28 Ekim 2010 Perşembe

"Talat Dayı" ya da nam-ı diğer "Kör Talat"

Ben yetişemedim ama ona dair bir çok anıyı dinleyerek büyüdüm. Rahmetli 50'li, 60'lı yılların Osmaniye'sinin en renkli simalarından biri imiş. Kendi halinde belediyede küçük bir memur ama çok da küfürbaz bir adam. Onu kızdırıp küfrettirmek, onu tanıyanların en büyük zevki! Onu kızdırmaya cesaret edenler ise o dönemin belli başlı adamları...Zira, onu kızdırdıktan sonra ona bir miktar harçlık verip gönlünü almayı becerebiliyorlar. Şimdi, bu çerçevede hemen aklıma gelen bir hikayesini burada nakledeyim.

Zaman, 60'li yıllar. Osmaniye'ye yeni bir Emniyet Amiri atanmış; Vehbi Bey. (Kendisini 1980'de İstanbul'da tanıma fırsatı buldum. Allah rahmet eylesin, çok değerli bir insandı) O zamanki gelenekler gereği, şehrin ileri gelen esnafı, çiftçisi vb. bu yeni gelen amire "hoş geldin" ziyaretine giderler.

İşte, bunlardan aşağıda ismini vereceğim iki kişi de böyle bir ziyaret için Vehbi Bey'in kapısını çalıyorlar. Vehbi bey, hakikaten çok ciddi ve prensipli bir adam. Kısa bir hoşbeşten sonra gelenlere soruyor:


-"Siz bilirsiniz, Osmaniye'de böyle huzur bozan, halkı rahatsız eden kimseler var mıdır?"

Bizimkiler bu soru üzerine anında gözgöze geliyorlar ve:

"Valla efendim "Kör Talat" derler biri var ama önemsiz, eline üç beş kuruş verip savıyoruz işte!.."

diye cevap vererek, güya soruyu geçiştirmiş oluyorlar. Bu da, Vehbi beyin hiç tahammül edemeyeceği, kabul edemeyeceği bir durum! Bunlar da zaten bunu bildikleri için bu şekilde fitili ateşlemiş oluyorlar tabii ki...

Neyse, çay kahve faslından sonra müsaade isteyip makamdan ayrılıyorlar.

26 Ekim 2010 Salı

Zorunlu Ses Yalıtımı

Geçenki yazımızda, tesadüf eseri  yeni bir "maden damarına" rast geldiğimizden bahsetmiştik. İşte bu "cevher", Müjdat Hoca'yı tahtından edecek bir kabiliyet ve yaradılışta olduğunu giderek daha çok hissettirmeye başladı. Bırakın Müjdat Hoca'yı, bu Memiş'in dünyada bile kolayına beğendiği bir adam yok! Yerli yabancı en meşhur artistlerin, en tanınmış sanatçıların, askerlerin, ressamların vb. hepsinin "fos" ayaklarını biliyor! Bizim gibi "kül" yutanlardan değil yani. Dur bakalım, şu dünya "meseleleri"ne dair, daha bilmediğimiz neleri öğreneceğiz?!..


Şimdi gelelim mevzuya:

24 Ekim 2010 Pazar

Allah herkese hakkında "hayırlısını" versin. Amin!

Adam İstanbul'dan Urfa'ya yük sarmış, yanında da muavini, düşmüşler yola, ağır ağır gidiyorlar. Hava sıcak, yol uzun. Bundan mütevellit şalvarın altına da bir şey giymemiş haliyle! Kamyon sarsılıp sallanıyor, bunlar da kamyonla beraber sarsılıp sallanıyor tabii...Böyle böyle derken geceyarısı Toroslara ulaşıyorlar. Hava serinliyor, bu sallanmalar da giderek "usta"da tuhaf(!) tesirler göstermeye başlıyor! Kafayı şöyle sağına çevirip bakıyor, muavini kıvrılmış yatıyor. Derin bir nefes alıyor, arkasından da hemen içinden bir "tövbe" çekiyor! Biraz sonra kafayı bir daha çeviriyor, arkasından bir tövbe daha! Bir daha, bir daha derken, dayanamayıp kamyonu sağa çekiyor ve muavine yanaşıyor! Aman usta, yaman usta! Ama yalvarmak yakarmak nafile, ustanın gözü dönmüş bir kere... Derken, olan oluyor, biten bitiyor... Ustanın "hersi" (hırsı) enmiş (inmiş) amma pişman mı pişman! "Hay nalet olaydı şeytan senin kör gözüne!" diyor da başka bir şey demiyor ama bir kere olan olmuş! Bu sefer de muavin başlıyor mu ağlamaya! Hadi de buyur, işte bu olmaz! Bu, böyle devam ederse Urfa'ya vardığında herkese söyler, usta cümle aleme rezil olur! Öyleyse bir şeyler yapmalı!

21 Ekim 2010 Perşembe

"Bu Müjdat Hoca yalan söylüyor!"

Dünkü mevzuudan devam edersek, dediğim gibi, bir yaz günü Güney Restoran'ın damında oturmuşuz. Masamızda bu defa bir misafir var. Ben bu "memiş"i daha önceden de tanırdım da, nasıl bir "cevher" olduğunu bilmezdim, meğer o da bu güne kısmetmiş!


Bu adam da aynı Müjdat Hoca gibi "enn"lerin adamı!


Kısa boylu, hani bir zamanlar "çim adam" satarlardı ya hediyelik eşya dükkânlarında, işte saçlarını jöle ile öyle yukarı doğru dikmiş ki, boyu biraz daha uzun görünsün.


Adam, çevre müfettişi, dalgıç, paraşütçü, pilot, dağcı, avcı ve atıcı, ormancı, maden uzmanı, planörcü ve velhasıl benim aklımın ermediği daha nice işlerin "uzman"ı.


Cüzdanında, bunların hepsine dair bir belge var, bir tek bu karı-kız işinin belgesi eksik ki, zaten "şimdilik" bunu veren bir resmi mercii olmadığı için de bu konuda onu ister istemez mazur göreceğiz.

Olsaydı, zaten onun da belgesi çoktan "portföyündeki" yerini alırdı.


İşte böyle bir adammış meğer bizim bu Memiş!


Unutmadan, çok sonraları bu adamı Müjdat Hoca şöyle tanımlamıştı:


"Bırakın ya bu adamı! Herf aynı "Duracell Tavşanı" gibi!"


* * *


İşte şimdi konumuza dönebiliriz:


İşte oturmuşuz, Müjdat Hoca'nın İstanbul uçuşunda "başına gelen" bu hadisenin bir "değerlendirmesi"ni yapıyoruz o akşam.


Meseleye yeni vakıf olan Memiş, tereddütsüz bir eda ile: "Bu Müjdat Hoca yalan söylüyor!" diyerek ortamı aniden "buz gibi" bir hava estirmesin mi?!.. 


Üstüne üstlük, bize de; "bunu ancak siz yersiniz zavallılar!" dercesine küstah bir bakış atmasın mı...


Bu noktada ister istemez mevzuuya müdahale edecek ve  "gereğini" yapacaksın.
Ben de öyle yaptım...


Böyle zamanlar aynı zamanda bir fırsattır. Krizi fırsata çevirme meselesi hani! Bu adamda cevher var, konuşturmak lazım! Zira, Yüce Allahım körüne "ikinci" bir göz ihsan etmek üzere!..


Masadaki diğer iki arkadaşı da işaret ederek;
"arkadaşlar da bilir ki, Müjdat Hoca diyorsa doğrudur, biz şimdiye kadar onun bi yanlışını görmedik" dedim.


Bunun üzerine Memiş:


"Yaa çok safsınız. Bir kere, uçak Adana'dan havalandı mı, Tarsus semalarında servis başlar. Uçak Yalova üzerine geldi mi de servis ancak "toplanmış" olur. Kaptan Pilot da "kemer bağlama" anonsu yapar. Dolayısıyla, bu Hostes'in istese de bu "işi" yapacak zamanı yoktur!" diyerek, bir "bilirkişi" edasıyla meseleye noktayı koydu!.."İşte bu yüzden bu adam yalan söylüyor!"


Haydaa, adam deştikçe deşiyor!


Yaa bırak adam yapmışsa yapmış işte, ne karıştırıyosun öteyi beriyi!


Ama yok, bu mevzuu bu vatandaşın zülfü yârine bayaa bi "dokunmuş" demek ki, ha bire mevzuuyu uyuntuluyor! Derhal mevzuuya müdahale etmezsek, hem "saftirik" durumuna düşeceğiz, hem de gıyabında Müjdat Hoca'nın refüze olmasına sebep olacağız!


O halde, derhal ve hemen, "ikinci bir bilirkişi" bularak bir kontratak geliştirmek ve topu kendi sahamızdan çıkarmak gerek!


Hemen aklıma, o günlerde, yaptığı "ihtisas" nedeni ile haftada bir kaç kez İstanbul'a uçmak durumunda olan bir doktor arkadaşımız geldi. Uyanık da bir çocuk, meseleye derhal vakıf olabilecek ve de Müjdat Hoca'yı "iyi" bilen biri. Gerçi saat da geceyarısına geliyor ama sorun olmaz. Girdiğim risk "büyük" ama "doktoruma" da güveniyorum. Zaten o anda yapılabilecek başka bir şey de yok. "Tek yön"e girmişiz bir kere yani...Maazallah bu herifin bu restini göremezsek, adamın gözünde ömür boyu madara olarak kalacağız.


Ulan, uçuşta hiç servis olmasa ne olacak, biz de biliyoruz işin içyüzünü amma adam gönlünce sallamış işte, bırak sallasın!


Ama olmaz, Memiş efendi bunu "namus" meselesi yaptı, gururu kırıldı.


Tam kendinden anlatacakken böyle birinin "varlığı" onu fevkalade rahatsız etti, kendini ikinci planda kalmış hissetti.


Velhasıl olan oldu, ok bir kere "raydan" çıktı!


"O zaman bir dakika!" diyerek derhal cep telefonunu çevirdim. Sağolsun Doktor da pat diye açtı.


Selam sabahtan sonra mevzuuyu hızlıca bir geçtim. Telefonu "hoperlöre" alıp, masanın orta yerine bıraktım!


Doktorum şöyle aslan gibi derin bir nefes aldı ve ağır ağır konuşmaya başladı:


"Valla abi, bana kalırsa asıl o arkadaş yanılıyor. Çünkü servis Afyon semalarında iken toplanmış olur ve bundan aşağı yukarı 12 dakika sonra uçak Yalova üzerine gelir. Dolayısı ile ortada 12 dakikalık bir müsait zaman var. Herhalde Hoca da bu boşluktan istifade etmiş olmalı!" diyerek meseleye noktayı koydu.

Hay Allah razı olsun!


Keyifle şöyle bir geriye kaykılıp Memiş'e gözümü diktim.


O da gözünü havaya dikmiş, hesapta uçuş rotasını yeniden gözden geçiriyor!


Derken, dudaklarını büzerek: "Evet, olabilir, doğrudur. Arada bu kadarlık bir zaman olabilir ama uçak Afyon üzerinden değil Afyon'un batısından geçer! Zira İsparta üzerinden gelir!" diyerek, hem uçuş rotası konusunda Doktor'u düzeltmiş(!), hem de yaptığının küçük bir unutkanlık olduğunu, böyle bir olay olmuş olsa da, bu "olay"ı pek de önemsemediğini gösterme yoluna girdi ama tam o anda ne olduysa, birden bire bana dönerek: "Bu Hoca'nın bindiği uçak hangi markanın hangi modeliymiş?" diye sordu.


Anlaşıldı, yenilgiyi kabul etmemiş, sadece yeniden hücuma geçmek için geçici olarak ricat emiş!


"Ne biliim olum, şimdi nerden çıktı ki bu?" dedim.


"Bilseydik ona göre bir şey söylerdik. Zira, her uçağın tuvalet kabin dizaynı farklıdır" dedi.


Tamam, rotadan tutturamadı, kabinden tutturacak!


"O uçağın modelini bi öğrenin, ben size olayın doğru olup olmadığını söyliyeyim!" diyerek olayı daha ileri bir tarihte yeniden ele alacağının altını çizmiş oldu ve devamla: "Ben seyahatlerimi hep Bi-Klase'de yaparım" dedi. 


Yaşasın!


İşte Memiş peşreve başladı!


Ben de; "Bu Bi-Klase de ne yav?" diyerek ilk elenseyi çektim.


Küçümser bir gözle şöyle bi baktı. Çünkü bu soruyu bekliyor.


"Bussines Klas" olm ya!" diye keyifle cevabını verdi. Bize de: "Haaa!.." demek düştü tabii, hep bir ağızdan...


"Ben..." diye devam etti, "Hep Bi-Klasede seyahat ederim. Öyle ayak üstü iş yapmayı da sevmem!"


Hadee, de buyur!


Böyle lafların gerisi geldi mi öyle bi gelir ki, asfalt silindiri halt etmiş! Önüne ne gelirse dümdüz eder de, ta öte başa çıkar!


Bekleyelim bakalım, hadi hayırlısı...


"Sırf uçak seyahatlerimde kullandığım özel kartvizitlerim vardır. Arkasında, bir arkadaşım Şişli'deki evinin krokisi basılıdır..."


Vay anasını, anlaşılan arkadaş olaya son derece profesyonelce yaklaşyor!


"Allah Allah!!! " nidaları şimdiden yükselmeye başladı masadan.


"Eğer uçuş esnasında bir hostesten hoşlanmışsam, hiç bir şey yapmadan doğrudan bu kartviziti uzatır ve "Bekliyorum..." derim. Bu kadarı yeterlidir. Şayet bu kartviziti vermişsem de, uçaktan iner inmez doğruca bu eve gider, duşumu alır, bornozumla kanepeye uzanır, viskim elimde beklerim..."


Vayyy bee!


"Çok sürmez, ding-dong, kapı çalınır ve açarım. Misafirim gelmiştir. Kapıda bir hoşgeldin öpücüğünden sonra içeri alırım..."


Resmen şoktayız! Bütün bunlar iyiye işaret değil...


Müjdat Hoca'nın tahtının çatırdadığını duyuyorum.


Memlekette meğer ne yiğitler varmış da biz bilmezmişiz, vaay ki vay!...Gözümüz aydın, aydın ki ne aydın!...




...

20 Ekim 2010 Çarşamba

"Efsanevi" Adana-İstanbul Uçuşu

(18+) Müjdat Hoca'yı bir önceki yazımızda size iyi kötü tanıtmaya çalışmıştık. Şimdi bu macerasını duyunca, zannederim hakkında daha sağlam(!) bir kanaat edineceksiniz.


Hoca, bir işi vesilesi ile İstanbul'a gidecek, Adana'dan uçağa biniyor. Uçak havalandıktan sonra malum, servis başlıyor. Servis devam ederken, hosteslerden biri, kokpite giden koridorun hemen başında, tuvalet kapısının hemen yanında durmuş, Müjdat Hoca'yı "kesiyor". Gözgöze geldikleri anda, Hoca'ya "hadi" anlamında bir baş işareti yapıyor ve tuvalete giriyor.

Hoca diyor ki:

19 Ekim 2010 Salı

Bu Kung-Fu başka Kung-Fu

Şimdi, adına Müjdat Hoca diyelim de başımıza iş açmayalım. Bu muhterem abimiz, o zamanlar mahallemizin en namlı abilerinden. Daha o günlerden yurtdışındaki kızlarla yazışır, onların gönderdikleri mektup ve resimleri bize gösterir, bizler; "vayy bee" dedikçe de bundan çok memnun olurdu. "Ennn" olmaktan, olamasa da "olmuş gibi olmaktan" mutlu olan bir adamdı. Tek yapmanız gereken şey, çıkıntılık yapmadan, size mantıksız da gelse; "peki ama...." ile başlayan soru cümleleri kurmadan, anlattıklarını dinlemekten ibaretti. Aksi durumda, sizle selamı sabahı da keser, bir daha öldüm allah, ömür boyu ağzından kuru bir merhaba dışında başka bir şey duyma şansınız kalmazdı. İşte böyle bir adamdır bu Müjdat Hoca. Ha, bir de unutmadan, 70'li yıllarda Robert Redford'a benzediğini, daha sonra ise (olgunlaştıkça yani...) Maykıl Douglas'a benzediğini düşündüğünü söyleyebilirim.


LESSON ONE:

18 Ekim 2010 Pazartesi

"Yapisek nizamiyede mi yapiik"

Bugün yine Urfa'dayız. İsmini burada vermeyeyim. Adam, Urfa'nın tanınmış esnaflarından. Tanınmasında, esnaflığı kadar "oğlançı"lığının da katkısı var. Belki de, esasen bu kadar tanınmasında bu yönü daha ağır basıyordur, onu bilemem. Üstte evi, altta iş yeri var. Bir hayli de bekâr gezmiş ama neyse sonunda evlenmiş. Bir iki haftadan sonra, bir pazar günü, eşine: "Hadi, istersen baban evine git, onları bir ziyaret et, istersen bir kaç gün de kalabilirsin!" diyor. Kadıncağız da, kocasının bu "anlayışlılığından" çok mutlu, baba evinin yolunu tutuyor. Tabi adam doğruca çarşıya iniyor. Çünkü, o gün askerlerin izin günü ve çarşı asker dolu. "Kısmetini" arayacak ya hesapta! Nasıl her millette, her türden adam çıkmasında şaşılacak bir şey yoksa, askerlik yapanların içinden de her çeşit insana rastlamak mümkün. Bunlar herhalde birbirlerini gözlerinden tanıyor olmalılar ki, adam onca askerin içinden böyle birini araya taraya buluyor. Evi de müsait nasılsa! Beraberce eve geliyorlar.

İslamın şartı kaç ulan?!..

Efendim, bu abdallar malûm, davullu düğünlerin vazgeçilmez müzisyenleridir. Eğer o gün bir zengin düğünü çalmışlarsa, bahşişi de bol almışlarsa ertesi gün kendi aralarında mutlaka bunun bir kutlamasını yaparlar. Hatta, bu durumdan nâşi, bizim buralarda halk, "bir şeyleri kutlayalım, ya da bu akşam bir alem yapalım" manasına; "haydin, bu akşam bir abdal keyfi yapalım" derler.


İşte, yine böyle bir düğün sonrası, bunların keyifleri yerinde, kendi aralarında yiyor, içiyor, eğleniyorlar. Bir müddet sonra da kafaları bulup, birbirlerine giriyorlar. Taş, deynek derken, bir ikisinin kafası gözü yarılıyor tabi. Derken, bu "taşgalayı" (hır-gür, kavga, gürültü) duyan Jandarma geliyor, hepsini karakola dolduruyor bunların. Meseleyi soruşturan Başçavuş, bakıyor ki, meselenin dibi başı yok. Ne yapsın, bunları azarlayıp sonra da bırakacak ama böylesi de bunlara az olur, diye düşünüyor. Derken aklına bir şey geliyor. Bunlar da karakol duvarı dibine düzülmüş, hepsi de ayıkmış, mahçup mahçup beklemekteler zaten...Başçavuş diyor ki:

16 Ekim 2010 Cumartesi

Alıyosan böyle, almıyosan....

Bir yaz günü, öğle yemeğinden hemen sonra... Hava malûm, müthiş bir sıcak. Çukurova'nın meşhur sıcağının en müthiş haliyle hükmünü sürdüğü saatler...Rahmetli peder, yazıhanesinde. Hem gazete okuyor, hem kahvesini yudumluyor. Bizim Drejo ise, kaldırıma oturmuş, ayaklarını yola doğru uzatmış, boyu da uzun olduğundan ayakları kaldırım dışına taşmış, kasketi de indirmiş, elleri göbeğinde bağlı, öğle uykusuna dalmış. Tam bu arada: "Selamaleykim!" diye bir ses! Aksanından anlaşılıyor ki, bir Antepli, Drejo'ya hitap ediyor: "Eski haral satii misiniz eğem? (ağam)" Drejo, kafayı kaldırıp bakıyor ve: "He satiiyik". "Neçiye veriisiniz denesini ?" Drejo, bekletmeden cevabını veriyor: "5 Kâhat!". Halbu ki, haralın bırakın eskisini, yenisi bile bile bu fiyat değil! Antepli diyor ki; "Ula anan haraba gala, bunun yengisi gaç kâhat kim, sen esgisine 5 kâhat diysin?"

Haben Sie nah bu kadar?

Sene 1978, 79...Almanya'ya öğrenci olarak gitmişim. Münih'teyiz. Bir arkadaşımla bekâr bir Alman'ın evinin bir odasını kiralamış, orada kalıyoruz. Tabi, o zamanlar bu Almanya, Batı Almanya, çünkü bir de Doğu'su var.  Bir hemşehrimiz sağolsun bize bir temizlik işi bulmuş, bir sigorta şirketinin genel müdürlük binasında. Kocaman, çok katlı bir bina. Yanılmıyorsam, şirketin adı Winterthur gibi bir şey. Neyse, biz burada belirli bir katın temizliğinden sorumluyuz. Geniş bir salon, yanyana onlarca masa. Benim işim, elimdeki elektrik süpürgesi ile yerleri süpürmek, yanımdaki arkadaşın işi ise masaların tozunu almak, kül tablalarını boşaltıp, onları silip, tertemiz bırakmak. Memurların mesaisi saat 17 civarında bitiyor, biz de 17.30 civarında işbaşı yapıyoruz.

İşte bir gün, yine işbaşı yapmış, temizliğe başlamışız. Yalnız bu gün biraz farklı bir durum var. Orta masalardan birinde, bir bayan memur mesai bittiği halde bürodan ayrılmamış, masasına da bir gazete yaymış, tek başına oturmuş, onu okuyor. Biz de temizliğimizi yapa yapa o masaya doğru ilerliyoruz. Benim için bir sorun yok, çünkü yerleri süpürüyorum. Ama yanımdaki arkadaşın o kadının masasını da silmesi lazım. Derken bu kadının masasına ulaştık. Bizimki masaya doğru yaklaşırken, kadın buna baktı ve başıyla; "temizlemene gerek yok" anlamında bir işaret yaptı. Tamam da, iş masa temizliği ile bitmiyor ki...Masada kül tablası varsa, onun da boşaltılıp temizlenmesi lazım, fakat masaya yayılmış olan gazete nedeni ile, masada kül tablası var mı, yok mu bilinemiyor! Kadının, bu "gerek yok" mesajına rağmen arkadaş kadının başına dikilmiş bekliyor, almancası da pek kıt olduğu için "kül tablası var mıydı?" sorusunu sormayı bir türlü becerleyemiyor. "Haben Sie..." (Var mı?...) kısmını söylüyor ama "kül tablası" diyemediği için iki elinin baş ve işaret parmaklarını birleştirip koca bir "yuvarlak" yapıyor ve lafın gerisini böyle tamamlamaya çalışıyor. Tabii ortaya çok acaip bir durum çıkıyor. Koca binada bir kadın iki erkeğiz ve adamın biri, kadının başına dikilmiş, eliyle "sizinki bu kadar var mı?" gibi acayip bir anlama gelen bu soruyu ısrarla sorup duruyor. Başımı kaldırınca meselenin vahametini gözümle görmüş oldum. Kadın müthiş korkmuş, gözleri büyümüş  bir vaziyette buna bakarak; "ne demek istiyosunuz siz" diyor. Bizimki ise kadının korkusuna bir anlam veremiyor, ne dediğini de anlayamıyor ama ısrarına da devam ediyor. Bir de Allah selamet versin, tipi de yanlış anlaşılmaya çok müsait bir çocuk. Bu da durumun vehametini pekiştiriyor tabii. Neyse ki, hemen atıldım. "Aschenbecher!" (Kül tablası) deyince, kadın sandalyesinin gerisine doğru kendini attı, elini alnına koyup, derin bir rahatlamanın ardından "Oh mein Gott, ooh mein Gott!.." diyerek gazetenin altındaki kül tablasını alıp gülerek bizimkine uzattı...


Eh, işte bu da benden, aklımda kalan küçük bir anıydı...

...

15 Ekim 2010 Cuma

Şeytanı perişan eden hoca

Çocukluğumuzda, "örnek olsun" maksadı ile, insanda olması gereken "iman sağlamlığı"na dair, "bire bir, aynen yaşanmıştır" denilerek, şöyle bir hikayet anlatılırdı:


Bir gün, küçük bir kasabanın kenar mahallelerinden bir camide, genç ve bekâr bir imam varmış. Adam hemen her vaazında şeytanın kötülüklerinden bahseder, şeytanın insanlara nasıl tuzak kurduğunu anlatır, onun ne kadar düzenbaz ve hilekâr biri olduğunu, ona aldanmamak gerektiğini, zinâ etmede şeytanın rolünü vb.örnekler vererek, hep anlatıp dururmuş. Vaazlarının ağırlıklı konusu "şeytan" üzerine imiş hep, anlayacağınız.

Neyse, yağmurlu bir kış günü, bu hoca, cami cemaatına yatsı namazını kıldırdıktan sonra, evine doğru yürümeye başlamış. Yağmur çiseliyor, hava zifiri karanlık...Derken, bir bakmış az ileride bir karaltı. Bir duvarın dibinde biri, sessizce iç çekerek ağlıyor. Yavaşça yanına yaklaşmış, bir de bakmış ki, genç bir kız! Üstü başı sırılsıklam, gözleri yaşlı, korkarak hocaya bakıyor. Hoca: "Yavrum burada işin ne, kimin kimsen yok mu, ne gezersin bu saatte burada ki?" diye soruyor. Bu soru üzerine, kızın ağlaması daha bir artıyor, başını öne eğiyor ve belli belirsiz; "kimim kimsem yoktur benim..." diyor. Hoca; "olur mu kızım böyle, benim evim aha şuracıkta, gönlüm senin burada böyle kalmana razı olmaz. Hadi gel gidelim. Sobayı yakayım, sırtını başını değiş, sana bir de sıcak çorba yapayım..." diyor. Kız da bu teklifi gönülsüzce de olsa kabul etmiş oluyor ve birlikte hocanın evine geliyorlar. Hoca evin ışığını yakınca ne görsün; kız, kız değil bir afet! Neredeyse dili tutulacak gibi oluyor hocanın. Öyle güzel ve çekici bir kız yani. Hemen "tövbe, istiğfar" getirerek başını çeviriyor, derhal sobayı yakıyor ve kendi giysilerinden bir şeyler getiriyor. "Sen üstünü kurut, bunları giy, ben de çorbayı yapıp getireyim" diyerek mutfağa gidiyor. Bir müddet sonra, elinde tepsi ile içeri geliyor ki, ne görsün! Kız çırılçıplak! Hoca, hemen başını çeviriyor, "derhal üstünü giyin, olmaz böyle!.." diyor. Diyor amma aldıran kim. Kız kalkıp hocanın yanına geliyor ve ona hafiften sokulmaya ve onu okşamaya başlıyor. Hoca, etme tutma, dediyse de dinletemiyor ve bir noktadan sonra kendisini kapıp koyarıyor. Derken, olan oluyor, iş bitiyor. Hoca ise pişman mı pişman, ne yaptım ben böyle Allahım, diye düşünürken, kız birden değişiyor ve kara, kıllı ve korkunç bir yaratık haline geliyor. Hoca şaşkın! Yaratık ise iğrenç bir kahkaha atıyor: "Ben şeytanım! Hani şeytan seni kandıramazdı, hani sen habire benim aleyhime atıp dururdun! N'ooldu şimdi! Gördün mü halini! Allah'ın huzuruna ne yüzle çıkacaksın şimdi? Sen zinanın kralını yaptın, hem de şeytanla!" deyince hoca hemen şaşkınlığını üstünden atarak diz çöküyor ve ellerini semaya açıyor: "Allahım, sana hamd ve şükür olsun ki, duamı kabul ettin!" diyor. Bu defa şeytan meraklanıyor; "Ne diye dua etdiydin kine?" Hoca, yüzünde gayet alaycı bir ifade ile: "Ne zamandır Allaha dua eder dururdum, 'bana bir şeytan s...ir diye' İşte duamıı kabul etti, elhamdülillah!" deyince, "poff" ediyor şeytan ve o utançla bir anda kaybolup gidiyor.


Yaa işte böyle, memlekette ne hocalar var abi...

...

Azrail'in Puştluğu!

Abdallar ve bilhassa da abdal  kadınları, hakikaten ilginç insanlardır. Hazırcevaptırlar, hiç bir lafın altında kalmazlar. Bir gün bu kadınlardan birinin kardeşi bir kazada hayatını kaybetmiş. Adam, kendi camialarında da önemli ve ileri gelenlerinden biri imiş ki, kadıncağız hadiseye dair söylenip ağlarken şöyle diyor:


"Benim galdasım, ezriyele ööle golayına can teslim edecek adam değil idi. Ezriyel pustluğunan aldı galdasımın canını!"


Yaa işte böyle! Yiğit adam dediğin böyle olur!. Azraile bile öyle "golayına" can teslim etmezler! Azrail canlarını alsa alsa ancak "puştluğunan" alabilir! :)))

...

"Yemiye mi isdiiysin, yoksa...."

Efendim, asker arkadaşım vasıtası ile Şanlı Urfa'yı ve Urfa'nın güzel insanlarını tanıma fırsatı buldum. Halen de zaman zaman ziyaretine gider, her gittiğimde de "taze" hikayeler dinlerim. İşte bunlardan biri:


Eski ağalardan birinin oğlu, şehirde bir lokanta açmış, tavuk kızartıyor. Hani, o vitrine koyulan kızartma makinaları vardır ya, piliçleri döndere döndere pişirir, işte o türden bir tavuk lokantası. Bir gün, poşulu, şalvarlı bir müşteri, önce dışardan tavuklara şöyle bir bakıyor, sonra ağır ağır içeri giriyor. Şöyle bir içeriyi kolaçan ettikten sonra kafası ile vitrindeki tavukları işaret ederek soruyor:

14 Ekim 2010 Perşembe

"Kozalak Mustafa"

Bu Kozalak Mustafa, aslen Osmaniye'nin dağ tarafına yakın mahallelerindendir. Ulaşlı ya da Alibekirli aşiretlerinden birine mensup olsa gerek. Şimdi yaşı bir hayli ilerlemiş durumda. Gençliğinde hep "eşkiya" hikayeleri dinlediği için olsa gerek, kendine de eski bir eşkiyaymış gibi süs vermeyi çok sever, tutturabileceğine gözü keserse de, bol da palavra sallardı. Aslında, tam bir "dağ adamı" idi. Malûm, eskiden Osmaniye'nin Amanos dağları eteğinde yerleşmiş aşiretlerin geçimi dağlardandır. Oradan, geceleri kimi zaman, atla, katırla, kaçak odun getirirler, kimi zaman "çıra" yapar, satarlar, bazen de, yılın belli zamanlarında, mevsimlik işçi olarak "Orman İşletmesi" emrinde çalışır ve yevmiye ile dağda "zomp yonar"lar. "Zomp" diye de, çam kütüklerinin soyulmuşuna denir. İşletme'nin işaretlediği yaşlı çamlar, "zompçu"lar tarafından kesilir ve "yonulur". Yani, gövdenin dış tarafındaki "gamga"lar soyulur. "Zomp yonma" diye de, işte buna denir. Bizim "Kozlak Mustafa" da işte bu taifedendir ve dağa alışık bir adamdır.

Hacı Esefzade Osman Efendi


Hacı Esefzade Osman Efendi, nam-ı diğer; "İt Hacı". O zamanki Osmaniye'nin renkli simalarından. Şimdiki İş Bankası'nın yerinde otel işletiyor. Eskilerin dediği gibi; ismi ile, daha doğrusu, lakabı ile "müsemma" bir adam. Yani bugünün türkçesi ile, lakabı gibi... bir adam.


Bir gün, bir veraset davası sebebi ile, İstanbul'dan kibar ve beyefendi bir avukat Osmaniye'ye geliyor ve bu Osman efendiyi arıyor. Sorarken de: "Afedersiniz, ben bu Hac'esefzade Osman Efendi'yi aramaktayım. Acaba nerede bulabilirim kendisi?" şeklinde soruyor. Fakat hiç kimse, onu bu şekilde tanımadığı için, adamcağız bir türlü hiç kimseden olumlu bir cevap alamıyor. Çaresiz bir şekilde, sora sora, otelin hemen yan çaprazındaki camlı kahveye kadar geliyor ve kahvenin sahibi, Kürt Ahmet'e rastlayarak sorusunu tekrarlıyor. Bu arada, Osmaniye'de İt Hacı'nın şerrinden tek çekinmeyen bir adam var ise o da Kürt Ahmet ve Kürt Ahmet adamın sorusuna gülerek şöyle cevap veriyor:


"Vallaha gardaşım, sen bu adreseyinen bu adamı birez zor bulun. Buna burda İt Hacı deller, yeri de aha şo karşıdaki otel!"

...

13 Ekim 2010 Çarşamba

Meşe külü testi

Bu hadiseyi, Osmaniye'nin meşhur ayakkabı boyacılarından biri olan Şamlı Dayı'dan bizzat dinlemiştim. Hikayeye geçmeden önce rahmetli Şamlı Dayı'dan da kısaca bahsedeyim.


Şamlı Dayı, aslen Balkan göçmeni bir aileden. Osmanlı zamanında, Balkanlardan Şam vilayetine gelmişler. I. Dünya savaşıyla beraber, o topraklardan çekilmek zorunda kaldığımız zaman, onlar da kalkıp Osmaniye'ye gelmişler ve buraya yerleşmişler. Askerliğini jandarma olarak Siirt/Pervari'de yapmış ve Pervari'nin bir köyünde görüp sevdiği bir Kürt kızını, askerlik dönüşü almış ve Osmaniye'ye gelin getirmiş...Yıl da, 1940'lı yılların başı olsa gerek. Evlendiklerinde, eşi tek kelime Türkçe bilmezmiş ama ölene kadar birbirlerini çok sevdikleri herkesin malûmuydu. Bir boya sandığıyla da çoluğunun çocuğunun hepsini okuttu. Uzun boylu, renkli gözlü, sarışındı. Gençliğinde yakışıklı bir adam olduğu belliydi. Eşi, Şamlı Dayı'dan önce vefat etmişti. Eşinin vefatını, yaşlı gözlerle şöyle anlatmıştı: "Enişte, (bu onun genel hitap şekliydi) sabahleyin kalktı, bahçedeki tuvalete gitti. Epey bir zaman geçti ama gelmez ki, gelsin! Seslendim, ses yok! Kalkıp baktım ki, orda öylece gitmiş be enişte! Camız gibi avrat gitti be enişte!" Eşininin vefatından sonra, kendisi de pek fazla yaşamadı zaten...İkisine de Allah rahmet eylesin.

12 Ekim 2010 Salı

Davran it Omar ağam davran!

Demokrat Parti iktidarı döneminde, "sırta giden" bir CHP'li olan Omar (ömer) Ağa'yı, herkes gıyabında "İt Omar" diye anıyor ama tabii ki, kimse bunu yüzüne karşı söyleyemiyor. Bir gün, Omar ağa bir düğüne geliyor. Bizdeki düğünlerde abdallar, düğüne gelen her misafiri davul-zurnayla karşılar, misafir, gösterilen yere oturup kahvesini içerken de, davulcu misafirin karşısına geçer, türlü numaralar ve havalar çalarak misafiri havaya sokar ve böylece dolgun bir bahşiş hak etmeye çalışır. Buna da "çaba" denir. İlk atılan para abdalların, ikinci atılan para ise düğün sahibinindir.

"Amiya pıh de!"

Olay, Birecik taraflarında geçiyor. Yaşlı bir adam, bir çocuğu, çukulata, şeker ve parayla kandırıyor, elinden tutup bir mağaraya götürüyor. Mağara, oldukça büyük ve karanlık. Çocuk, mağarayı görünce "ami"nin (emminin) niyetini derhal seziyor ve elinden kurtulup kaçıyor, mağaranın bir köşesine saklanıveriyor. Emmi, çocuğu elinden kaçırmanın öfkesiyle, bir sağa, bir sola zorlatıyor ama nafile! Mağara karanlık, gözleri de zaten iyi görmüyor...Ne yapsın, orta yere duruyor, bir taraftan eliyle şalvarın cebindeki bozuk paraları şıngırdatırken, bir taraftan da çocuğa en yumuşak sesiyle şöyle seslenmeye başlıyor: "Oliiim! Pora var, çikolata var, şeker var. Hadi, amiya pıh de!"

Çocuk da, Allahtan ki, "PIH" demiyor da, paçayı kurtarıyor yani...

...

"Döşetmişsin patatisnen darıyı..."

Osmaniye eşrafından Divlimoğlu Hacı Efendi, genişçe bir araziyi yurt tuttuğu Zorkun yaylasında , patates, darı (mısır) vb. ektirirmiş. Hem yaylasını yaylar, hem de bahçesinden iyi kötü bir mahsül alırmış. Hali vakti yerinde, sevilen ve sayılan, belli de bir adam. Bir gün nasıl oluyorsa oluyor, her halde bahçe sulama sırası yüzünden, Divlimoğlu'nun adamları ile yayla sakinlerinden bir gariban, münakaşaya tutuşuyorlar. Adamcağız, bunlara laf anlatamayınca Divlimoğlu ile görüşmek istiyor amma ne mümkün! Öte ha, beri ha derken bunların elinden kurtuluyor ve Divlimoğlu'nun karşısına dikiliyor ve başlıyor söylenmeye:

11 Ekim 2010 Pazartesi

Drejo Eşkiya oldu!

Madem Drejo'dan bahsettik, ona ait yeni bir anı ile devam edelim.


Yıl 1950'li yıllar...Rahmetli amcam Ziraat Bankası'na gitmiş. Müdürün odasında, Demokrat Parti'nin bir kaç ileri geleni ile oturuyor. Bu arada, Adana'dan amcama gelen bir telefon üzerine babam Drejo'yu Ziraat Bankası'na yolluyor ve gelen telefondan abisini haberdar etmesini istiyor. Drejo bankaya gidiyor. Müdür odasına girer girmez, rahmetli amcam atılıyor: "Beyler! Bakın ve bu adamı iyi tanıyın! Bu adam aslen Urfalı. Daha henüz bir çocukken, tarlada abisini kan davası nedeniyle vurdular. Bunun üzerine bu Drejo silaha sarıldı ve abisini vuranlardan ikisini anında ortadan kaldırdı. Tabii, bu olay üzerine candarma Drejo'nun peşine düştü. Şu dere senin, bu tepe benim derken, bunu bir dağda kıstırdılar. Al ha, ver ha, karşılıklı müsademe başladı ve Drejo bir Başçavuş ve iki Onbaşıyı şehit etti ama yakalanmaktan da kurtulamadı ve neticeten dama düştü. Ama, Drejo bu, orada da rahat durmadı. Çünkü, hesabını göreceği daha kaç düşmanı var! Derken, öte etti, beri etti, ne yaptıysa yaptı, mahpusu "yardı". Amma, tam kaçarken candarma da ayıktı. Haydii, yeniden bir müsaademe...Drejo bir başçavuş ve iki jandarma daha vurmak zorunda kaldı amma kaçmaya da muvaffak oldu..."

10 Ekim 2010 Pazar

"Urfali amma Kürt degil!"

Çocukluğumda, yanımızda Drejo adında yaşlı bir Kürt çalışırdı. Aslen Urfalı, çok ince ve uzun boylu, şalvarlı, kasketli, yelekli ve gayet zeki bir adamdı. Asıl adı neydi, zannederim bunu halâ kimse bilmiyordur. Zaten "Drej" kelimesinin Kürtçe'de "uzun" anlamına geldiğini de çok sonraları öğrendim. Drejo da herhalde "uzun adam" anlamına geliyor olmalı. 'Çalışıyordu' dedim ama burada; 'yanımızda bulunuyordu' demek daha doğru olur. Zira, o dönemlerde (1960'lar...) Çukurova'da "geçim zorluğu" diğer bölgelere göre daha hafifti. Mahsül iyi para eder olmuş, çiftçiler de eskiye nazaran nispeten daha bir rahatlamışlardı. İşte Drejo da, kimbilir Urfa'dan Çukurova'ya ne zaman gelmişse gelmiş, Adana ve Ceyhan çevrelerindeki büyük çiftliklerde epey bir müddet çalışmış ve her nasıl ve ne vesile ile gelmiş, onu bilemiyorum ama yanımızda iken yaşlı bir adam olduğunu biliyorum.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Şube Albayı

Herhalde o dönemler, 12 Eylül harekâtının etkisi ile olacak, memlekette kendisine (yaş durumuna göre) Albay, Binbaşı, Yüzbaşı lâkabı takanların sayısında belirgin bir artış olmuştu. (Mesela, bunlardan biri de Yüzbaşı Ersin'di. Zamanı gelince ondan da bahsedeceğiz elbette ama şimdi asıl konumuza dönelim).Yaşları denk iki abimiz, birbirinden habersiz "Albay" lâkabı ile çağrılmaya başlandı. (Tabii ki, kendi talepleri doğrultusunda...) Fakat kısa bir süre sonra, Osmaniye gibi, o zamanlar küçük sayılabilecek bir ilçede iki albayın olması, bu albayları(!) doğal olarak rahatsız etmeye başladı. Tabii, arada lâf getirip götürenlerin, gaz verenlerin haddi hesabı yok. Nitekim, bir gün biri duramıyor ve Murat albayıma soruyor: "Albayım, bu nasıl iş? Bir de Albay Mustafa çıkmış, bu nasıl iştir?!.." deyince, Albay Murat, dayanamıyor: "Bak Binbaşım, (kendisine albay diyene o da derhal "binbaşı" payesini veriverirdi...) o şube albayı, bense kıt'a albayıyım. Anladın mı?..!"

"Ye beni kıllım!"

Rahmetlik bir Hamdi abi vardı. Daha yakınlarda, genç denecek bir yaşta kanserden gitti, mekanı cennet olsun. Bu Hamdi abi,etine dolgundan biraz daha öte, orta boylu, babayiğit görünümlü, oldukça da kıllı bir adamdı. O kadar ki, kollarındaki kıllar nedeniyle yazın kısa kollu gömlek giyemez, uzun kollu gömleğinin kolunu bilek üstünden şöyle bir kere kıvırmakla iktifa etmek zorunda kalır, yine de kıllarının kol yeninden fırlamasına mani olamazdı. Döşündeki (göğsündeki) kıllar için ise yapacağı bir şeyi yoktu. Üniversite mezunuydu da aynı zamanda ama hemen hemen hiç çalışmadı. Babadan kalanlarla ufak tefek idare etti. Hiç evlenmedi. Görüntüsünün aksine, son derece de romantik ve duygusal bir adamdı. İyi de içerdi rahmetli.

8 Ekim 2010 Cuma

Merhaba

Tarih: 8 Ekim 2010, Cumartesi. Bu, bu blogun kuruluş tarihi...Başımıza bi kaza bela gelmezse, bir iki güne kalmaz içerik eklemeye başlayacağım. Baştan söyleyim, ben sır saklayamam abi! Bildiklerini mezara götüreceklerini her fırsatta deklare eden önemli adamlardan değilim yani. Bildiklerimi, yaşadıklarımı, duyduklarımı artık fâş etme zamanının geldiğini düşünen, hani o meşhur sokaktaki adamlardan biriyim anlacağınız. Bildiğin, gördüğün de ki diyorsanız, cevabı adamına göre değişir. Mevzuu, küçük adamların yaşadıkları küçük günlük olaylar, o olaylara bakış şekilleri, hayalleri, palavraları vs.dir ve bu yüzden de kiminize dudak büktürürken kiminizi gülümsetebilir. İşte böyle, meramımız aşağı yukarı budur. Hani, o malum adamın dediği gibi, "Du bakeyim n'olcek!". Valla, ben de merak ediyorum...