14 Mayıs 2012 Pazartesi
Sultan Abdülaziz'in Paris seyahatinde neler olmadı ki!..
Sultan Abdülaziz'in Avrupa'ya seyahat yapmış ilk ve tek Osmanlı padişahı olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bu seyahatleri içinde en dikkat çekici olanı ise onun Fransa'ya yaptığı seyahattir.
1867 yılında, Fransa Kralı III. Napolyon'nun daveti üzerine Fransa'ya da uğrayan Sultan Abdülaziz, renkli kişiliği ile burada da ilginç hadiselere imza atmıştır. Mesela, III. Napolyon ile tanışmaları esnasında onunla el sıkışan Abdülaziz Han, tam bu esnada yanında bulunanan Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Köprülü Fuad Paşaya dönüp, gülümseyereki:
-"Ulan, pezevengin eli de yumuşacıkmış, aynı avrat eli gibi ha!.."
demez mi?!..
Türkçe söylenen bu sözlerden tabiyatıyla bir şey anlamayan III. Napolyon, Fuad Paşaya meraklı gözlerle bakarak:
-"Pesavanq?"
diyor ve Abdülaziz'in, ağzından çıkan "pezevenk" kelimesi ile ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışıyor!.. Meğer Fransızcada buna benzer bir kelime varmış, adamcağız da Abdülaziz'in Fransızca çat-pat bir şeyler demeye çalıştığını düşünmüş.
Zor durumda kalan Fuad Paşa, bir an tereddüt geçirse de, mükemmel Fransızcası ile derhal durumu telafi ediyor ve Sultan Abdülaziz'in gösterdiği misafirperverlikten dolayı kendisine teşekkür ettiğine dair bir şeyler uyduruveriyor. Bunun üzerine de Fransa Kralı rahatlıyor ve gülerek:
-"Oh, s'il vous plait merci beaucoup bien!.."
Yani; "lütfen, rica ederim" diye karşılık vermiş oluyor. Şimdi bu yukardaki cümlenin "beaucoup bien" kısmının tellafuzu "boku biyen" şeklinde olmasına rağmen hızlı söylendiğinde "biyen" "miye" gibi de algılanabildiğinden, Abdülaziz de (aslında bilmediğinden değil!..) onun bu cevabına:
-"Sen de benimkini ye..."
diyerek karşılık veriyor. Ve yine Fuad Paşa, bunu da kitabına uydurarak bu iki hükumdar arasındaki tercümanlık görevini başarı ile sürdürmeye devam ediyor.
Her ne ise, bunlar gezi programına uygun şekilde ziyaretlerini sürdürürken, sıra bir Opera gösterisine katılmaya geliyor. Fuad Paşanın dirayetli tutumu burada da kendisini gösteriyor ve Abdülaziz Han'ı Opera binasına öyle bir zamanlama ile getiriyor ki, davetliler arasında bulunan Rus Büyükelçisi gibi bir çok büyükelçi ve devlet erkanın tamamı opera binasına girip yerini aldıktan sonra Abdülaziz, salona en son giren kişi olmuş oluyor ve böylece localarda bulunanlar da dahil, bütün salon aynı anda ayağa kalkmış oluyor!..
* * *
Daha buna benzer bir çok hadise varsa da ve Fransa Kralı ile Fuad Paşa arasında çok ilginç diyaloglar yaşanmış olsa da, biz onları burada tekrar etmeyeceğiz. Zira, onları; "kopyala yapıştır" yöntemi ile paylaşmış bulunan binlerce site var ve onları bunların birinde bulabilir ve okuyabilirsiniz. Biz burada, daha henüz internet alemine intikal etmemiş bir hadiseden daha bahsedelim:
Çok kalabalık bir kafile ile yola çıkan Abdülaziz Han'ın bu kafilesinde, o zamanın belli başlı üç beş pehlivanın da bulunduğu söylenir. Zira, III. Napolyon ve bilhassa onun eşi olan Kraliçe Eugénie (Öjeni), ünlerini dünyaya duyurmuş Türk pehlivanlarını da öteden beri çok merak eder dururlarmış ve bu gezi vesilesi ile onları da beraberlerinde getirmelerini Fuad Paşa aracılığı ile Abdülaziz'den bilhassa rica etmişler. Abdülaziz de böylece onları kırmayarak seçme Türk pehlivanlarından bir kaçını beraberinde getirmiş.
Abdülaziz şerefine Versay sarayında verilen bir yemeğe, işte bu pehlivanlar da davet edilmişler. Zira kraliçe Öjeni, bu dev cüsseli pehlivanların nasıl ve ne kadar yemek yediklerini hep merak edip dururmuş. Öyle ya, her biri 140-150 kilodan aşağı çekmeyen ve neredeyse bir parmak kalınlığındaki camız derisinden yapılmış kispetlerini ancak katırların taşıyabildiği bu devasa pehlivanlar, cüsseler ile mütenasip şekilde beslenmek durumundalar! İşte bu sebepten, kraliçe Öjeni de bu yemekte her bir pehlivan için bir kuzu dolturtarak koca koca tepsiler içinde bunları pehlivanların önüne koydurtuyor. Bizim pehlivanlar da "Bismillah" deyip elleri ile derhal bu kuzulara girişiyorlar. Kısa sürede de kuzulardan geriye kemiklerinden başkaca bir şey bırakmıyorlar!.. Tabi, kraliçe Öjeni, hayretler içinde kalıyor!.. Derhal emir verip, yemeklerini bitiren bu pehlivanlara Fransa'nın en güzel üzümlerinden adambaşı birer küfe olmak üzere getirilmesini emrediyor ve küfeler dolusu üzüm kısa sürede derhal pehlivanların yanına konuyor.
Kraliçe de, meraklı bakışlarını bunların üzerinden tabii ki ayıramıyor. Bizimkiler ise gayet rahat ve sakin, sanki birer kuzu değil yarımşar tavuk yemişler!.. Neyse, üzümler yanlarına konunca hiç çekinmeden ellerini küfelere atarak birer salkım üzüm alıyorlar. Buraya kadar bir şey yok.. Gelgelelim, bundan sonrasında işin şekli değişiyor!.. Bunlar, ellerine aldıkları üzümleri, salkımlarından birer ikişer koparıp ağızlarına atmak yerine salkımları olduğu gibi ağızlarına sokuyorlar ve bir çekişte salkımın boş sapını dışarı çıkarıp yan taraflarına bırakıyorlar! Kraliçe Öjeni, artık bu kadarına dayanamıyor ve yanındaki tercümana dönerek:
-"Söyle onlara, benim bildiğim, üzüm dediğin tek tek yenir!.."
diyor.
Tercüman Kraliçe'nin bu sözlerini bizim pehlivanlara aktarınca, bizimkilerden biri ağzındaki üzümleri mideye indirdikten sonra tercümana dönüp şöyle diyor:
-"Söyle ona, o dediği elma, armuttur!.."
Eee, muhterem Kraliçem, bir oturuşta bir kuzu yiyen adam üzümü sapıyla yutar, elma armutu da erik gibi ağzına atar!.. Çok mu yani?!..
* * *
Hikayemizi, bu bir kaç küçük anıyı naklederek bitirmiş olsak da, şunları da kaydetmeden geçmeyelim ki, bu seyahat esnasında, beyaz tenli, kızıl saçlı İspanyol asıllı bir afet-i devran olan Kraliçe Öjeni ile Sultan Abdülaziz arasında ateşli bir aşkın doğduğu ve Öjeni'nin bu ziyaret sonrasında iade-i ziyaret babında Abdülaziz'in misafiri olarak İstanbul'a geldiği bilinir. Hattâ, Öjeni, Beylerbeyi Sarayında misafir olarak kalırken Sultan Aziz'in Dolmabahçe Sarayı'ından geceyarısı tek başına bir sandala atlayıp iştahla küreklere asılarak gizlice Beylerbeyi'ne çıktığı ve bu esnada sarayın hamamında bulunan Kraliçe Öjeni'ye sabaha kadar kese attığı da bugüne kadar kulaktan kulağa söylenir durur.
* * *
Osmanlının bu çalkantılı dönemine ait ilginç bir pehlivan hikayesi daha var. Gelecek yazımızda kısmetse onu da anlatarak bu faslı bitirmiş olalım. Hadi kalın sağlıcakla...
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
07:05
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Tarihi Hikayeler
0 yorum:
Yorum Gönder