25 Ekim 2012 Perşembe

Zorkun Yaylası ve Kütükçü Kerim'in ilginç hikayesi


Çukurova'nın çetin sıcaklarından nasibini fazlası ile alan yerlerden biri de hiç şüphesiz Osmaniye'dir. Neyse ki, Amanos dağlarının hemen yanıbaşında kurulu bulunduğundan, yaz geldi mi adeta koca bir hamama dönen bu memlekette, sakinleri canlarını bu dağlara atarlar da, rahatça bir soluk alma imkânını ancak böyle bulmuş olurlar. Fakat takdir edersiniz ki, iş gitmek istemekle bitmiyor, gideceğin yere yol yok ise istediğin kadar iste, heves ettiğinle kalırsın! Bu durumda tek bir çaren kalır, o da göze alabilirsen gideceğin yere ya yayan, ya da beygir üstünde gitmektir. Lâkin bu cehennemi sıcak insanlara bunu da göze aldırır, sabah namazından sonra, hatta belki namazdan bile evvel denkler beygirlere sarılır, çoluk çocuk beygirlerin sırtına pay edilir, kâh yaya, kâh at sırtında akşam saatlerine kadar sürecek meşakkatli bir yolculuk böylece başlamış olur.

Osmaniyelilerin bu yaz çilesi işte ta 1930'lu yılların başlarına kadar böyle sürüp gitmiştir. Ne zaman ki, sene 1933'de Hitler nam Alaman Almanya'da başa geçmiş, işte o zaman Osmaniyelinin her yaz yenilenen bu yaylaya çıkma çilesine de nihayet bir nokta koyulma fırsatı doğmuştur! Ne alakası var canım şimdi bunun demeyip dinlerseniz anlatayım.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Mehmet Aslan Muamması (3)



Evet, bir önceki yazımızda kaldığımız yerden devam edecek olursak; Mehmet Aslan sınırı geçerek yeniden Reyhanlı'ya, orada daha önce kendisine büyük yardımları dokunan o çiftlik sahibinin yanına gidiyor. Fakat ne görsün?.. Ortada çiftlik var ama çiftlik sahibi yok! Çiftlik bambaşka bir yer olmuş, el değiştirmiş!.. Nereden çıktığı belirsiz bir mütegallibe (zorba) bu çiftliğe musallat olmuş, çiftlik sahibini öldürmüş ve adamın çiftliğine konmuş!.. Şimdi orada yardakçıları ile beraber kendince ağalık-beylik yapmakta!..

Kısa bir soruşturmadan sonra bu bilgilere ulaşan Mehmet Aslan, kendi kendine, zamanında kendisine çok büyük iyilikleri dokunan o çiftlik sahibinin intikamını alması gerektiğine hükmediyor ve derhal "fellah"(*) kılığına bürünüp iş istemek üzere çiftliğe gidiyor. Orada çiftçibaşını buluyor ve meramını anlatıyor. Fakat çiftçibaşı adama ihtiyaç olmadığını beyanla tam bunu başından savacakken o sırada nasıl olduysa oraya gelen çiftliğin yeni sahibi çiftçibaşına müdahale ederek diyor ki:

25 Eylül 2012 Salı

Mehmet Aslan Muamması (2)


Mehmet Aslan'ın iki hafta kadar önce yarım bıraktığımız hikayesine bugün kaldığımız yerden devam edelim.

Anlattığımız üzere; düşmanları ve kolluk kuvvetleri tarafından her tarafta delik delik aranan Mehmet Aslan, çareyi Suriye'ye kaçmakta bulmuş ve bu amaçla Reyhanlı'da bir çiftlikte bir müddet saklanmış ve çiftlik sahibinin de destek ve yardımı ile kaçak olarak Suriye'ye kendini atmıştı.

Mehmet Aslan Suriye'ye ya geçmeden, ya da geçer geçmez orada kendisine bir Ermeni kimliği ediniyor ve bu kimlikle o zamanlar Fransızların elinde bulunan Suriye'deki Fransız askeri lejyonuna bir yolunu bulup kendini paralı asker yazdırıyor. Bu noktada, teferruatını tam olarak bilemediğim bir husus ise Mehmet Aslan'ın buradan Fransa'ya geçmesidir. Evet, Mehmet Aslan Fransa'ya gitmiş ve orada bir müddet kalmıştır. Ama lejyoner olduktan sonra mı gitmiştir yoksa lejyoner olmak üzere mi gitmiştir orasını maalesef bilemiyorum.

8 Eylül 2012 Cumartesi

hacı vid.


7 Eylül 2012 Cuma

Mehmet Aslan Muamması...



Mehmet Aslan, Osmaniye'nin Çardak köyünde doğup büyümüş, ancak kader onu öyle bir noktaya sürüklemiş ki,  daha çocuk denecek bir yaşta ve bir anda kendini adına kan davası denilen o illetin içinde buluvermiş ve o saatten sonra da bütün hayatı değişmiş, artık her anı kaçma göçmelerle, vurmalarla kırmalarla geçmiş ve bugün bile nasıl öldüğü konusu bir muamma olarak kalmış bir acayip adam...

Şimdi şunu baştan belirtelim ki, üzerinden çok uzun yıllar geçmiş bu hadiseyi bana anlatanlar çoktan rahmeti rahmana kavuşmuş ve benim de bu hikayeyi dinlememin üzerinden hayli bir zaman geçmiş olduğundan anlatımımda kimi eksiklik ve hatalar bulunabilir. Eğer bir eksiklik ve hatam olursa dilerim bu hikayeyi bilenler burada yazılanları okur ya da haberdar edilirler de bu hikayeye bildikleri ile katkıda bulunurlar...

24 Ağustos 2012 Cuma

Osmaniye'mizin efsanevi doktoru: Mahmut Kobaner


Dr. Mahmut Kobaner, ya da halk arasında bilinen ismi ile "Koparan" eski Osmaniye'yi bilenler için yardımsever, babacan, işini ciddiye alan bir doktor ve hakikaten bir efsane idi. Eskilerin "nev'i şahsına münhasır" dedikleri türden, yani kendine has özellikleri olan ilginç bir adamdı. Aslen Osmaniyeli olmamakla beraber nereli olduğunu tam bilemesem de kuvvetli ihtimal Rus hakimiyeti altında kalmış Kırım Tatarları veya Hazar bölgesinde yaşamış Türk boylarından birine mensup olduğunu biliyorum. Zaten "Kobaner" olan soyadı, onun Kuzey Kafkasya'da bulunan Kuban nehri civarından gelmiş bir boya mensup olduğunu düşündürüyor.

Kendisini şahsen tanımak şansına sahip olduğum bu değerli insanın Osmaniye'ye pratisyen doktor olarak uzun yıllar büyük hizmeti geçti. Evvela şunu söyleyelim ki, çok kültürlü bir adamdı. Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde yetiştirilmiş doktorlardan biri olduğunu söylersek ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz. Arabası olduğu halde şehiriçinde hep bisiklet kullanır, içti mi iyi içen, boğazına düşkün ve hemen her sabah hamama giderek terlemeyi sıhhatine çok faydalı bulan, sportmen ve aynı zamanda iyi güreş tutabilen kuvvetli bir adamdı. Osmaniye'de görev yaptığı dönemde Fettahzâde Emin Ersoy efendinin kızı ile evlenmesi ile Osmaniye'de yerleşmeye karar vermiş olduğunu düşünüyorum. Ne ise, rahmetliyi tanıtnak için bu kadarı yeter diyelim ve halk arasında dilden dile söylenen hikayelerinden bazılarını burada sizlere aktarmaya çalışalım.

19 Temmuz 2012 Perşembe

HACI HÜSEYİN EFENDİ AĞIDI


Şurası muhakkak ki, Türklerde ağıt geleneği çok eski bir gelenektir ve bu ağıtları da erkeklerden daha çok kadınlar söyler.

Ölümler, doğal afet ve felaketler, savaşlar vb. gibi sarsıcı hadiselerin yol açtığı acılar bu ağıtların söylenme sebebidir. Dikkat çeken husus ise, ağıdı söyleyenin acı haberi alır almaz dizlerinin üzerine çökerek döğünmesi ve döğünürken de bir taraftan bu dizelerin bir anda ağzından dökülmesidir. Yani, bu dizeler için önceden hiç bir hazırlık yoktur, o anda ve bir anda söylenirler.

Anadolu'nun hemen her yerinde söylenen ağıtlara bakıldığında, bu ağıtların 7-8-10 hece düzeninde söylendiği görülür. Fakat 8 heceli ağıtlar daha yaygındır. İşte aşağıdaki ağıt da, Osmaniye'nin tanınmış simalarından Hacı Hüseyin Efendi'nin vefatı dolayısı ile yeğeni tarafından söylenmiş (8 heceli) bir ağıttır.

13 Haziran 2012 Çarşamba

YILBIRT GİBİ GELDİ GEÇTİ




Anadolu insanı duyguludur, hassastır, çabuk içlenir. Sert görünür çoğu zaman ama bu mecburiyettendir. Ataları doğru dürüst bir gün yüzü görememiştir, kendisi de bu topraklarda öyle uzun boylu gün yüzü görülemeyeceğini iyi bilir. Ne zaman ki, kendini kaptırıp şöyle gönlünce gülmeye kalksa, "bu kadar gülmenin sonu hayırlı olmaz" korkusu hemen içini kaplayıverir de, tekrar durgunlaşıverir... 


İşte bu topraklar böyledir, buralarda yaşayan gülmeyi unutmalı, ağlamaya hazır olmalı ama öyle açıktan da değil, ancak için için ağlamaya izni olduğunu asla aklından çıkarmamalıdır. 


Gerçi, bunları zaten biliyorsunuz ya, gelin öyleyse sözümüzü, yine bizden birinin, edebiyatdefteri.com sitesinde, nice güzel şiirlerini okuduğum değerli şair Süleyman Sırrı KARANFİL'in, "YILBIRT GİBİ GELDİ GEÇTİ" şiiriyle tamamlayalım.


YILBIRT GİBİ GELDİ GEÇTİ

8 Haziran 2012 Cuma

Dev pehlivan Filiz Nurullah Japon rakibine karşı



Wikipedi ansiklopedisi, bu ünlü pehlivanın tam adını "Ali Nurullah Hasan" olarak veriyor. 2.18 m.lik boyu ve 145 okka (175 Kg.) ağırlığı ile hakikaten dev bir cüsseye sahip olan bu pehlivan, 1870 yılında, şimdi Bulgaristan topraklarında kalmış bulunan Karaali-Şumnu'da doğmuş. Türkiye'de nam yaptıktan sonra Paris, ABD ve Londra'yı da dolaşıp burada çeşitli karşılaşmalar yapan pehlivan, 1911 yılında güreşi bırakıp İstanbul'a dönmüş ve 1912 yılında, daha henüz 42 yaşındayken hayata veda etmiştir. Allah rahmet eylesin ve amin!..

Bugün burada, bu amansız pehlivana dair anlatacağımız şu küçük anektod, diyebiliriz ki, sadece bir anıdan ibaret olmayıp, bilenler için aynı zamanda hisse çıkarılacak bir kıssa mahiyetindedir de...

Öyle ise, şimdi gelelim hikayemize:

Filiz Nurullah, malum cüssesi ve güreşmek hususunda gösterdiği maharetle kısa zamanda adını dünyaya duyurunca, bu işten ekmek yiyen güreş organizatörleri de tabiatı ile derhal  kulakları dikmişler ve bizim pehlivanın peşine düşmüşler. İşte, bir gün, bu taifeden bir grup Filiz Nurullah'ı Paris'e davet etmişler. Tabii, bunların maksadı (işleri gereği) daha çok para kazanmak olunca, klasik güreş müsabakalarından daha farklı bir müsabaka şekli icat etmenin daha kârlı olacağını ve böylelikle, sadece güreşe düşkün seyircilerin değil, bunların dışında kalan kimselerin de merakının celbedilmesinin mümkün bulunacağını düşünmüşler.. Çok geçmeden de aranan "şekil" nihayet bulunmuş. O günlerde, aynen Filiz Nurullah gibi, kendi dalında adını dünyaya duyurmayı becermiş bir Japon judocu varmış. Bu organizatörler bu Judocuya da ulaşmışlar ve ona da aynı teklifi götürmüşler. Neticede, o da Filiz Nurullah gibi bu teklifi kabul etmiş ve nihayet ikisi de bu maksatla Paris'e vasıl olmuşlar.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Osmanlı İmparatorluğunun Talihsiz Padişahı Sultan Abdülaziz Han ve Onun İlginç Serencamı


Efendim, doğrusunu isterseniz, ismimizin önüne, öyle "araştırmacı tarihçi" gibi bir etiket eklemek niyetimiz yok, zaten böyle bir şeye lüzum duyduğumuz da yok! Lâkin, son zamanlarda, bilhassa televizyonlara çıkıp millete tarihçilik taslayan kimi koca koca(!) adamlara ve onların "tarih" diye anlattıklarına bakınca, bu konuda bildiklerimizi anlatmanın ve yalan yanlış, eksik gedik bir dolu hikayeyi tarih diyerek millete göz göre göre yutturmalarının önüne geçmenin artık bizim için de bir nevi vatandaşlık görevi haline gelmiş olduğunu düşündük. Hâl böyle olunca da geçtik oturduk klavyenin başına...

Şimdi, şu yukarıda söylediklerimize binaen, geçen gün bir televizyon kanalında çıkan bu adını ilk defa duyduğumuz "tarih uzmanı"(!) zatlardan biri, sultan Abdülaziz Han hakkında öyle şeyler hikaye etti ki, ağzımız hakikaten açık kaldı!..

Sultanın kayınbiraderini, (Hassa Ordusundan ve onun kural, kaide ve geleneklerinden pek haberi yok ki) önce hanım sultanın "hemşehrisi" yapmaya çalıştı. Baktı olmadı, bu defa işi "Çerkesliğe" bağlamaya kalktı!.. O da yetmedi, Abdülaziz Hanın katlinde başrol oynamış bir paşa olan İspartalı "Eşekçi Ahmet"in oğlu "Hüseyin Avni"yı, seyirciye hakiki bir "devlet adamı" olarak tanıttı, bu da onu kesmemiş olacak ki, ondan bir de büyük vatansever ve bir "kahraman" gibi bahsetmeye kalkıştı!.. Velhasılı, kendi siyasi meşrebine uygun düşecek şekilde, adeta yeni baştan, kendine göre bir tarih yarattı!.. İşte bu vesile ile dayanamadık ve Sultan Abdülaziz Han hakkında bildiklerimizi bir de biz yazalım dedik ve görelim bakalım ne söyledik:

15 Mayıs 2012 Salı

Abdülaziz Han'ın başına gelenler ve Hüseyin Avni Paşanın ibretlik sonu


Sultan Abdülaziz Han'ın hayatına dair başlattığımız yazı dizisinin bu ikinci bölümünde, onun evliliği vesilesi ile yaşanmış kimi gizli saklı hadiselere değinmeye çalışacağız.

Oğlu Abdülaziz Han'a kız beğenmek için Kafkas köylerini(*) gezmeye giden Pertevniyal Valide Sultan, uğradığı bir Çerkez köyünde çok güzel bir Çerkez kızını görüp beğeniyor. Saray geleneklerine göre, padişahlara eş olarak seçilen kızların varsa ağabeyleri, yoksa küçük erkek kardeşlerinden biri bu kızla beraber götürülür ve bu erkek kardeş, padişahın özel koruma ordusu diyebileceğimiz "Hassa Ordusu" için subay olarak yetiştirilirmiş.

İşte, Pertevniyal Sultan da, "gelinliği" ile beraber onun küçük erkek kardeşini de beraberine alıp İstanbul'a geliyor. Bu güzel gelinlik kıza da "Şems-i Cihan" adını veriyor. "Şems-i Cihan" ise "Cihan Güneşi" anlamına geliyor. Kızın güzelliğinin methi ise İstanbul'a kendisinden evvel geliyor. Ahlâken düşüklüğü tescillenmiş bir paşa olan "Hüseyin Avni" de onun bu güzelliğini duyanlardan. Sarayın hareminde görevli bir kadınefendi ile de arası iyi olan bu Hüseyin Avni, gelen gelin adayının güzelliğini işte bu kadından haber alıyor ve gelinin geleceği günü de haber alarak harem dairesine giriş kapısına yakın bir yerde, bir çalının arkasına gizlenerek gelinlik kızı yakından görme fırsatı buluyor. Ve onu görür görmez de anında aklı başından gidiyor!.. Padişahın haremine dahi yan bakacak kadar namussuz olan bu "herif-i nâşerif" (şerefsiz adam), kızın güzelliği görünce derhal o dostu olan kadınefendiyi yakalayıp, ona yalvarıp yakarmaya ve bu kızla kendi arasını ne edip edip yapması için ona baskı yapmaya başlıyor. Gerekçesi de şu ki, saraya gelin adayı olarak gelen bir kız padişaha hemen gösterilmez, en az altı ay eğitilir ve sarayın kuralları öğretilir. Bu sebepten Abdülaziz, "eş adayını" henüz görmemiştir. Öyle ise kızı kendi alsın, anası da Abdülaziz'e yeni bir kız bulsun!..

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Sultan Abdülaziz'in Paris seyahatinde neler olmadı ki!..


Sultan Abdülaziz'in Avrupa'ya seyahat yapmış ilk ve tek Osmanlı padişahı olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bu seyahatleri içinde en dikkat çekici olanı ise onun Fransa'ya yaptığı seyahattir.

1867 yılında, Fransa Kralı III. Napolyon'nun daveti üzerine Fransa'ya da uğrayan Sultan Abdülaziz, renkli kişiliği ile burada da ilginç hadiselere imza atmıştır. Mesela, III. Napolyon ile tanışmaları esnasında onunla el sıkışan Abdülaziz Han, tam bu esnada yanında bulunanan Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Köprülü Fuad Paşaya dönüp, gülümseyereki:

-"Ulan, pezevengin eli de yumuşacıkmış, aynı avrat eli gibi ha!.."

demez mi?!..

Türkçe söylenen bu sözlerden tabiyatıyla bir şey anlamayan III. Napolyon, Fuad Paşaya meraklı gözlerle bakarak:

-"Pesavanq?"

diyor ve Abdülaziz'in, ağzından çıkan "pezevenk" kelimesi ile ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışıyor!.. Meğer Fransızcada buna benzer bir kelime varmış, adamcağız da Abdülaziz'in Fransızca çat-pat bir şeyler demeye çalıştığını düşünmüş.

Zor durumda kalan Fuad Paşa, bir an tereddüt geçirse de, mükemmel Fransızcası ile derhal durumu telafi ediyor ve Sultan Abdülaziz'in gösterdiği misafirperverlikten dolayı kendisine teşekkür ettiğine dair bir şeyler uyduruveriyor. Bunun üzerine de Fransa Kralı rahatlıyor ve gülerek:

11 Mayıs 2012 Cuma

"Fık" desin indireceez!..

Şimdi ölü mü sağ mı, bilemiyorum. Ölmüş ise Allah rahmet eylesin, sağ ise Allah sağlık, sıhhat versin. Sağ ise de şimdi yaşı bir hayli ilerlemiştir. "Kimden bahsediyorsun yahu!.." diyorsanız, bahsettiğim adam Ayhan abidir. Soyadını hatırlayamadım ama; Osmaniyeli olupta yaşı 50'nin üzerinde olanlar "Postahaneci Ayhan" adını duyarlarsa, onu mutlaka ve derhal hatırlarlar.

Niye "postacı" değil de "postaneci" (postahaneci) derlerdi diyorsanız, onun da cevabı şudur: Bilhassa yayla vakti gelipte, PTT, Zorkun'a sezonluk şubesini açtığında oraya Ayhan abiyi gönderirdi. Abim de orada tek başına, hem tahsilat, hem posta işleri, hem de santralcılık işlerini görürdü. Santralcılık deyince, telefon görüşmesi yapmak için şubeye gelenlerin yanı sıra, bir de evlere çekili manyetolu telefonlardan arayanları, önündeki santral kutusunda bulunan fişleri bir yerden çekip, bir yere sokarak birbirine bağlardı. Kumral, babayiğit, alabros kesilmiş saçı, siyah kemik çerçeveli gözlüğü ve kulağının arkasına taktığı kısa kurşun kalemi ile, biraz da yabancılara, bilhassa Almanlara benzerdi. Görevini son derece ciddiye alan bu adam, aynı zamanda düz mantıklı, sade bir adamdı. Her ne ise, asıl anlatmak istediğimiz şey, işte bu Ayhan abinin o düz mantığını anlatan küçük bir hikayedir. Şöyle ki:

17 Nisan 2012 Salı

Kamyon duracak, Rıfkı emminiz işeyecek!..


Sene, 1940'lı yılların sonu... Memleket hâlâ yokluk ve yoksuluktan çıkmaya çabalıyor! Şimdiki gibi her kapının önünde çifter çifter araba yok! Bırakın o dönemin tanımı ile "hususi" arabayı, nakliye için kamyon bulmak bile bir mesele!.. Hele ki, o zamanlar kasaba seviyesinde olan Osmaniye gibi yerlerde, hususi araba da, ticari taksi de, kamyon da, iki elin parmaklarını ya geçer ya geçmez! Onlar da zaten memleketin belli başlı zengin adamlarının kapısında bulunur.

İşte, o dönemin zenginlerinden olan M. E. de, Osmaniye'nin hem kamyon, hem de hususi araba sahibi nadir adamlarından biridir. Bilhassa yeni aldığı "kırmızı" renkli kamyon memleketin dilindedir.

8 Nisan 2012 Pazar

Devlerin Aşkı


İşin doğrusu, yazlık sinemaları unutalı çok zaman oldu. 50'li yıllardan hemen hemen 70'li yılların sonuna kadar güzel Anadolu'muzun bir çok şehir ve kasabasında bulunan tahta sandalyeli o güzelim yazlık sinemalardan şimdi ne yazık ki artık eser yok!

Giderek bir yaşam biçimi haline gelen ve hayatımızın bir parçası olan o yazlık sinemalar, o yılları yaşamış olanların hafızalarında; sadece bir sinema olarak değil, büfelerinde satılan şehir gazozlarından leblebi-çekirdeğe, cadde, sokak ve mahallelerde gündüzden gezdirileren tahta filim kartelaları ve kartelacıları ile de şüphesiz ki, çok güzel anılar bırakmıştır. Hele çocuklar ve kadınların eşleri ve babaları tarafından "akşam sinemaya götürülmeleri", o günü başlı başına özel bir gün yapmaya yeter de artardı bile!.. Ha, bir de arada bazen öyle filimler gelirdi ki, sadece şehir ve kasabalardan değil köylerden bile insanlar gürem gürem bu filimi seyretmeye gelirlerdi. Öyle ki, sinemaya giden yollardaki o kalabalıkları bugün bir gören olsa, onları ya maça, ya da parti mitingine gidiyorlar zanneder!

2 Nisan 2012 Pazartesi

Altmış altmış yüz seksen!..


Şimdilerde; "oğlumuz ne iş yapar" diye sorulduğunda, "oğlumuz faktoringci" dendiğine siz pek aldırış etmeyin! Bu sevimsiz mesleğin bilinen adı "faizcilik", kanuni adı "tefecilik" ve Kahraman Maraş'taki adı da "cücükcülük"tür. Gayrı resmi finans piyasasının perde arkasında faaliyet gösteren bu şikirsiz aktörleri, pek tabii ki, acımasızlıkları ve gaddarlıkları ile tanınırlar. Fakat, bankacılık mevzuatının katı kurallarına; ipotek, kefil vb. gibi o uzun süren muamelatlarına durumu uygun düşmeyen müşteriler ve de bilhassa da bankalarca kara listeye alınarak, günün moda deyimi ile; bankaların "banlanmış" müşterileri, ister istemez hep bu "cücükcü" taifesinin kucağına düşerler.

Dünyanın bilinen en eski mesleği(!) ile (en azından) yaşdaş olduğuna inandığım bu meslek erbabı, yeri geldiğinde işini şer'i kural ve kaidelere uydurmaktan da geri kalmamışlardır. Bu sepebten, hacılığa hocalığa da kara çalınmasına ve cümle milletin "hacı, hoca" denince arkasını tutarak kaçmasına sebep olan bu densizler, dini kendi bu deni işlerine bir kalkan yapmaktan geri durmamışlar ve din üzerinden kendilerine hem bir itibar, hem de meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır. Bunlarla ilgili bir dolu hikaye ve kıssanın var olduğunu bildiğim memleketimin bir köşesinden; Gazi Antebe nazaran kahramanlığını geç de olsa kazanmış Maraş'tan, faizci eline düşmüş bir gariban köylünün hikayesini sizlere nakledeyim ki, unutulmasın:

27 Mart 2012 Salı

Gemici Mustafa Odun Tüccarı!..


90 küsur yıllık hayatında girmediği bela, yaşamadığı macera neredeyse kalmamış olan Gemici Mustafa, aynen kendisinden sonra gelen meşhur dolandırıcı "Raki" (Güney Zobu) gibi, zengin iken daha da zengin olmayı kafasına koymuş kimi "uyanık" vatandaşları "çarpmayı" kendine iş edinmiş bir adamdı. Raki'nin "kundusiler" dediği bu tür vatandaşlar, az zamanda çok para kazanma hırsları ile daima kendi sonlarını kendileri hazırlamışlar, ava giderken bir de bakarlar ki, av olmuşlardır. Âdeta bir doğa yasası halinde işleyen bu durumun gayet farkında olan cümle dolandırıcı taifesi de, öteden beri işte bu türden hırstan gözü kararmış vatandaşları arar bulur ve gereğini yaparlar!

Bugünkü hikayemiz de esasen bu duruma esaslı bir örnek teşkil edecek bir hikayedir ve hikayelere de lafı fazla dolandırmadan başlamak gerektir. Öyle ise, şimdi gelin sözü Gemiciye verelim, bakalım ne olmuş, ne bitmiş, kendi ağzından dinleyelim:

"Sene 1935-36'lar... O zamanlar gencim, yakışıklıyım ve gayet güzel ve şık giyinirim. O gün yine giyindim kuşandım, Haydarpaşa Garı'na geldim. Mevsim yaz ve işe çıkacağım. Nereye gideceğimin ise hiç önemi yok! Sordum soruşturdum, en erken kalkan tren hangisi ise ona bir bilet aldım. Saati gelince trene bindim. Epey bir müddet yol alıp, şurda burda durup kalktıkan sonra tren nihayet Afyon'a vasıl oldu. Camdan etrafı şöyle bir kolaçan edeyim dedim. Bir de baktım ki, istasyonun çevresinde yığın yığın meşe odunları istif edilmiş. Siz bilmezsiniz, o zamanlar Afyon'nun meşe ormanları hayli meşhurdu. Hali ile Afyon'da "odun tüccarları" da boldu. İçime birden bir his doğdu ve kendi kendime: "Oğlum Gemici, buradan sana iş çıkar!" dedim ve bu kararla trenden indim. Odun istifleri arasında dolaşmaya başladım. Az biraz sonra, bir de baktım ki, ilerlerden bir yerden asabi asabi sesler geliyor. Sese doğru yavaşça yürüdüm. Baktım ki, ihtiyarın biri, kendi kendine söyleniyor. "Allahtan korkmaz, bu adamı buraya koyup gittin! Bu adam aç mıdır, susuz mudur, ne yer ne içer, hiç mi aklına gelmez hiç mi aramaz, hiç mi sormazsın!.." deyip duruyor. Anlaşılıyor ki, patronundan şikayetçi. Ve belli ki, vatandaş buranın bekçisidir ve artık kimbilir ne olduysa, mal sahibi de uzun zamandır oraya uğramamakta ya da uğrayamamakta!..

15 Mart 2012 Perşembe

Don Lastiği


Efendim, demeye gerek yok, askerlik hatıraları bir başkadır ve bizim kültürümüzdeki yerleri apayrıdır. İşte biz de bugün, daha iki yıl önce ani olarak kaybettiğimiz, tam bir Allah adamı olan değerli ağabeyimiz Erdal Özdemir (Kelle Erdal) merhumun, anlatılmaya değer küçük bir askerlik hatırasını sizlere aktaralım ve onu hem bu küçük hatırası ile analım, hem de biraz gülümseyelim istedik.

Merhum askerlik yaptığı zaman sene 1970'lerin ortaları idi ve askerliği Ağrı'nın Doğubayazıt kazasına çıkmıştı. Jandarma eri olarak gittiği Doğubayazıt da malûm İran sınırımızda bir kaza olduğu için kaçakçılık vak'aları eksik olmuyor. Bunun görev yaptığı jandarma birliği de bu kanunsuzluklara mani olmak üzere görevlendirilmiş bir birlik. Zaman zaman bu birlikten komutanlarınca seçilen askerler gurup halinde yol kontrollerine çıkıyor, çevirmeler yapıyor ve gelen geçen kamyonlarda kaçak mal arıyorlar. Çoğu zaman da elleri boş dönmüyorlar. Genelde çevrilen kamyonlarda muhtelif cins ve miktarda "kaçak mal" çıkıyor ve komutanlar, devletçe el koyulan bu kaçak mallardan operasyona katılan askerlere mükâfat babında birer ikişer bir şeyler veriyorlar. Dolayısı ile, birlikteki diğer askerler, arkadaşlarının ellerindeki mallara bakarak, bir gece önceki operasyonda ne tür bir kaçak mal yakalandığı konusunda bilgi sahibi olabiliyorlar.

12 Mart 2012 Pazartesi

"Bir ayaklar olmasın?!.."


Bugünümüzü, epeydir yazmaya niyetlendiğim "Kemuncu Kör Mahmut" rahmetliye ayıralım ve bu vesile ile hem kendisini anmış ve hem de bir dönemin bilindik simalarından olan bu ilginç adamı bilinmez bir geçmiş içinde kaybolup gitmekten bir nebze kurtarmış olalım.

Ben onu tanıdığımda küçük bir çocuktum ve kendisini ancak yayla zamanlarında görebilirdim. Öyle ki, 60'lı yılların Zorkunu, ondan bahsetmeden anılırsa eksik bir iş yapılmış olur.

Uzunca boylu, kasketli, kırlaşmış kalınca bıyıklı, iri ve kel kafalı ve kumral tenli bu adam, yumuk yumuk ve çok iyi görmeyen gözleri ve ağırbaşlı tavırları ile hakikaten ilginç bir adamdı. Temiz giyinir, ceket altına kumaş şalvar giyer, geçimini mahalle aralarında "nane-kemun (kimyon)" satarak sağlardı. Kimi kez "Nane-kemun", kimi kez de "nane var kemun var" diye seslenir ve sesi mahalleye kendinden önce gelirdi. Sırtında torbası ve elinde baston niyetine kullandığı sopası ile önünü yoklaya yoklaya yürür, kendisine "kemuncu" diye seslenecek bir kadın ya da çocuk sesini kaçırmamak için kulaklarını kiriş tuttuğu her halinden belli olurdu.

26 Şubat 2012 Pazar

Gemici Mustafa


Hatırlarsanız, daha önce "Aferim ulan Memmet!.." adlı hikayemizde adı geçen bir "Gemici Mustafa" vardı ve bir müsait zamanda ondan size bahsedeceğimize söz vermiştik. İşte, lafı uzatmadan bugün o gündür diyelim ve bu ilginç adamı size tanıtmaya başlayalım.

Efendim, ben bu Gemici Mustafa'yı tanıdığmda yaşı neredeyse 90'a varmıştı ama hikayeleri ile kendisinden çok daha evvel tanışmıştım. Gençliğinde oldukça yakışıklı ve babayiğit bir adam olduğunu tahmin etmenin zor olmadığı bu enteresan adam, aslen Çanakkale/Ayvacıklı idi ve İstanbul'da kimbilir kaçıncı askerliğini yaparken, aynı yerde askerlik yapan Rıza Sezgin amcamızla tanışmış ve "Hacı hacıyı bulur Mekke'de, deli deliyi bulur tekkede!.." dedikleri hesap, bu iki deli-dolu adam da askerlikte karşılaşmışlar, kafaları da birbirini tutmuş ki, arkadaş olmuşlardı.

"Kimbilir kaçıncı askerliği..." derken de şunu demek istedim ki, bu Gemici o kadar kadar vukuat sahibi bir adam ki, her defasında bir vukuatla askerliğini yakmış ve 16 seneyi aşkın süren askerliği ile kendi alanında bir rekora adeta imza atmıştır. Hafta sonlarında "evci çıkmak" için her gittiği yerde evlenen Gemici Mustafa'nın bu sebepten tanıdığı-tanımadığı çok sayıda çocuğu olduğu tahmin ediliyor. Zira, onu tanıdığım 1981 yılının Mayıs ayında Osmaniye'nin meşhur Çınarlı Kahve'sinde oturmuş çay içerken, Osmaniye'nin yabancısı olduğu her halinden belli olan 30'lu yaşlarında genç bir adam masaya yaklaşarak Gemici Mustafa'yı aradığını söyleyince, Gemici, oturduğu sandalyede şöyle bir kıpırdanıp-ne olur, ne olmaz babında-elini beline yavaşça götürürken; "n'apacan sen Gemici Mustafa'yı ki?.." demişti. Bunun üzerine de adam, Mersin'den geldiğini ve Gemici'nin kendisinin babası olduğunu ve onun Osmaniye'de olduğunu duyup onu aramaya geldiğini söyleyince Gemici rahatlayıp gevşemiş ve gözlerini kısıp, karşısında duran adama dikkatle bakarak:

27 Ocak 2012 Cuma

Ben günde 40 defa...


Mekânımızın müdavimleri, Şükrü abiyi daha önce yayınlamış bulunduğumuz bir kaç hikayesinden mutlaka bilirler. Bu abimizin bir özelliği de, bekâr evinin de gönlü gibi her daim herkese açık olmasıdır. Bu yüzden de evinden misafiri, başından sıkıntısı eksik olmaz. Lâkin, bu misafirler içinde, misafir olma özelliğini çoktan yitirmiş olması gerekenler de vardır ve bunların en başında da Muhtar abimiz gelir. Ama Şükrü abimin ata-dede terbiyesi ile yoğrulmuş karakteri, Muhtar abimizi misafirlik statüsünden alaşağı etmesine bir türlü müsaade etmez. Bu sebepten, her ne kadar, her evine gelişinde Şükrü abime şöyle bir dokunup, onu sövdürüp saydırmadan duramasa da, o yine de misafirdir ve her şeye rağmen Şükrü abimden hep bir misafir muamelesi görür.

Şimdi, bu Muhtar abimiz, geçenlerde, yengemizin de şehir dışında olmasını fırsat bilerek; "bugüne kadar hep biz sana misafir olduk, yarın da sen bize gel abi..." diyor ve Şükrü abimizi, evine, sabah kahvaltısına davet ediyor. Muhtar abimden o güne kadar böyle bir teklif almamış olan Şükrü abim, bu teklifin altında mutlaka bir puştluk vardır diye düşünmeden edemiyor. Muhtar abim ise teklifinde ölesiye sebatkâr ve bir o kadar ısrarcı, lâkin ısrarın dozu arttıkça, Şükrü abimin içindeki şüphe de buna paralel artmakta. Bakıyor ki, ısrarın haddi hesabı yok, Muhtar abime dönerek diyor ki:

"Bak olum, madem beni davette bu kadar ısrarlısın, öyleyse sana önce bi fıkra anlatayım:

23 Ocak 2012 Pazartesi

Osmaniye'de şehit düşen Saim Bey...


Bir önceki konumuzda hikaye ettiğimiz Osmaniye'nin kurtuluşu hakkındaki hatıralara, bugün bir yenisini daha; Osmaniye'de şehit düşen Saim Bey'in hatırasını da ekleyelim.

Ali Şahinoğlu bey, Yeni Adana Gazetesi'nin internet sitesindeki 4 Mart 2009 tarihli, "ŞEHİT SAİM BEY" başlıklı makalesinde, Saim Bey'in aslen Kozanlı olduğunu ve tanınmış bir aileye mensup bulunduğunu ama yetim bir çocuk olarak büyüdüğünü söylüyor.

İstanbul'da Hukuk  tahsilini tamamladıktan sonra vatan borcunu ödemek üzere "ihtiyat zabiti" (yedeksubay) olarak askere yazılan bu ateşli ve cevval (hareketli) genç, I. dünya savaşının patlak vermesi ile, vatanperverane bir şekilde cepheden cepheye koşturuyor. Evvela Kafkas cephesinin ileri hatlarında, daha sonra da Kars ve civarında, emrindeki kıta ile beraber önemli hizmetler görüyor.

Harb-i umumi'de (genel harpte) yenilmemiz ve ordularımızın dağıtılması (lağv edilmesi=mevcudiyetinin sona erdirilmesi) üzerine de, terhis edilerek memleketi olan Kozan'a dönüyor. O sırada Çukurova bölgemize de "Kilikya" adı verilerek, yabancıların çizmeleri altında inim inim inletiliyor. Bu duruma tahammül edemeyen bir çok vatansever gibi, Saim Bey de, bu duruma tahammül gösteremiyor ve bu vaziyete karşı takındığı tutum ve davranışları kısa zamanda Fransız işgal kumandanı "Yüzbaşı Tayarda"yı rahatsız etmeye yetiyor. Tabiatı ile, bunun sonucu olarak da "Kilikya" sınırları dışına çıkarılıyor.

Bu hâl karşısında, beş parasız bir vaziyette İstanbul'a gitmekten başka bir yol bulamayan Saim Bey, oralarda daha fazla duramayarak tekrardan ama gizlice Torosları aşarak yeniden memleketine dönüyor ve burada teşkil edilmeye başlanmış olan Kuvai Milliye teşkilatına yazılıyor. Gittikçe büyüyen bu Kuva-i Milliye hareketi, nihayet Fransızları, anlaşma yoluna gitmeye ve Kozan'ı tahliye etmeye (boşaltmaya) mecbur ediyor. Bunu fırsat bilerek, aynı teşkilattan olan Tufan Bey ile birlikte ortada bir çıban başı gibi duran "Haçin" kazasını da düşmandan temizleyen Saim Bey, buradan yeni görev yeri olan Osmaniye'ye intikal ediyor.

10 Ocak 2012 Salı

"Erzinli Bekir"den Kurtuluş Savaşımıza dair bir Osmaniye hatırası...


Tarihimizi bilmek ve onu bilip anlamak, aslına bakarsanız hepimizin boynuna bir borçtur. Her gelen nesille beraber biraz daha ötelenen ve bu sebeple de giderek unutulan geçmişimizi doğru ve sağlıklı olarak yeni nesillere aktarmak işi, en azından neredeyken nerelere geldiğimizi anlamak ve eski hataları yeniden tekrar etmemek adına herhalde önemli bir iştir. Bunları söyledikten sonra, daha önce de "İstiklâl Harbinde Osmaniye" başlığı ile, tarihimize hem bir katkı ve hem de kimilerine belki bir ibret olur diyerek anlattığımız Osmaniye'nin kurtuluş savaşı esnasında yaşanmış kimi hadiselerine ilave olarak, bugün de küçük bir anıyı daha burada sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kendisini bizzat tanıma şansı bulduğum "Erzinli Bekir" adı ile maruf merhum Bekir Özkan, Hacı Hüseyin Efendi'ye (Sezgin) duyduğu muhabbetten ötürü, onun en küçük oğlu olan Nihat Sezgin'in çarşıdaki mağazasına torunları ya da oğulları tarafından araba ile zaman zaman bırakılır ve merhum Nihat amca ile beraber derin sohbetlere dalarlardı. İşte aşağıda yazılanları da bu sohbetlerinden birinde anlatmıştı. Diyordu ki merhum:

"1917'de, Kanal harbinde İngiliz'e esir düştüydüm. Epey bir müddet süren esaret hayatından sonra bir gün bizi topladılar ve Osmanlının yenildiğini, ordumuzun da lağvedildiğini beyan edip, bizi serbest bırakacaklarını söylediler. Daha sonra da, dedikleri gibi yaptılar ve bizi trenlere bindirip hepimizi memleketlerimize yolladılar. (1918 sonları olmalı.../ V.B)

8 Ocak 2012 Pazar

Allah gerek etmesin amma aklınızda da bulunsun...


Misafirperverlikte mutlaka ki, Türk milletinin üzerine yoktur. Bu güzel geleneğimizi, eskisi kadar olmasa da, bugün de sürdürüyor olmamız elbette memnuniyet verici bir durum. Lâkin, her işin olduğu gibi, bu "misafirliğin" de bir usulü, bir erkanı, bir adabı olmalıdır. Mesela, çok olağanüstü bir durum olmadıkça, öyle "selamünaleyküm" deyip, çat-kapı adamın kapısına dayanmak olmaz!.. Gündüzden çocukla haber salınır; "akşama müsaitseniz anamgil size oturmiye gelecekler" denir, "buyursunlar gelsinler" cevabı alınırsa da, kalkılır "akşam oturması"na gidilir.

Neyse, buraya kadar bir meselemiz olmayacağınızı biliyorum, bunlar zaten hep hepimizin bildiği işler... Bizim bugün asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, bu "akşam oturmalarında" ölçüyü kaçırmamak üzerinedir. Buna güzel bir örnek teşkil etmesi bakımından, Pozantı/Kamışlı'nın değerli evladı Ferhat Şen ağabeyimizin anlattığı bir hadiseyi size burada hikaye etmeye gayret edelim ve meseleyi daha bir anlaşılır kılmaya çalışalım:

Efendim, demeye gerek yok, her şeyin bir haddi, hududu olduğu gibi, misafirliğin de bir ölçüsü, bir hududu vardır. Yani, misafirlik demek de adamın evine postu sermek, dilediği kadar yeyip içip oturup, dilediği zaman da kalkıp gitmek demek değildir. Ev sahibinin halini ve durumunu da gözetmek gerekir. Adam, evinin rızkı için gece gündüz dağlarda odun edecek, haftada bir evine gelecek, siz de bu adamın; o haftada bir gününü misafirliğinizle işgal edeceksiniz. Hadi ettiniz, sabah erkenden hamamını yapıp tekrardan dağa dönecek olan adamı, gecenin geç vaktine kadar tutmaya niyetlenmişseniz, o da haliyle buna karşı bir tedbir düşünecektir. Tıpkı aşağıda olduğu gibi:

1 Ocak 2012 Pazar

"Oy Aliye, Aliye!.."


Hepinize hayırlı seneler dileyerek yeni yılın ilk hikayesini yazmaya başlayalım.

60'lı, 70'li yılların Osmaniye'sini bilenler "kadın doğum uzmanı" doktor İbrahim Büyükoğlu'nu da mutlaka ki hatırlarlar. Kendisinin aslen nereli olduğunu şahsen bilemiyorum ama bir Osmaniyeli olarak "eniştemiz" olduğunu bilirim. Zira Dr. Büyükoğlu, Osmaniye'nin eski ailelerinden olan ve "mahsereciler" adı ile bilinen ailenin kızı olan Aliye hanım ile evli idi. Aliye hanım, Osmaniye Merkez Ortaokulundan coğrafya hocam olduğu gibi, oğlu Orkun Büyükoğlu ile de hem mahalleden, hem de aynı okuldan arkadaşlık yapmışlığımız vardır.

Buradan hareketle, hikayemizin ana mevzuuna doğru hareket edecek olursak, değerli hocamız Aliye hanım, ben ve benden en az 8-10 dönem daha önceki abi ve ablalarımıza da hocalık etmiş prensipli ve disiplinli bir hanımefendi idi.

İşte, bugünkü hikayemizin kahramanı olan Zeki (Teke) ağabeyimiz de, onun öğrencilerinden biri olma şansına sahip olmuş abilerimizden biridir. Tabii ki, Zeki abimizin nasıl bir talebe olduğunu da ancak bilen bilir!.. Hani, daima sınıfın en arka sıralarını tercih eden ve yaşı sınıf ortalamasından en az bir kaç yaş büyük olan bir öğrenci tipi vardır ya, işte Zeki abimiz de o zamanlar, bu tip öğrenciler içinde, sınıfının en çok sivrilmiş ve-ister istemez- kendisini "sevdirmiş ve saydırmış" olanıdır!..