25 Aralık 2013 Çarşamba

Ah dede, vah dede!..


Geçen gün bir dostumuzun dükkânında bir kaç arkadaş tesadüfen bir araya gelmiş sohbet ediyoruz. Biz konuşup dururken dükkâna; benim daha önce hiç tanışmadığım ama bizim memleketi çok iyi tanıdığına konuştukça daha çok ikna olduğum, yaşı doksanı bulmuş fakat oldukça dinç bir amca girdi.

Adam öyle ki, enteresan bir şekilde Osmaniye'nin geçmişine dair ne sorsak teklemeden cevap veriyor, işin daha da ilginci, detaylara dahi inebiliyordu.

Durum bu olunca, arkadaşlar da haliyle heyecanlandılar ve her biri merakla adama dedeleri hakkında soru sormaya başladılar. Sorular ise birbirleri ile hep aynı:

-"Benim dedem nasıl bir adamdı?.."

Soruların yalınlığı karşısında adam da aynı yalınlıkla cevaplar vermeye başladı.

Kimimize:

-"Senin deden çok asabî (sinirli) bir adamıdı, sinirlendimiydi çok söverdi..."

Kimimize:

-"Seninki de çok buğazlı adam idi rahmatlı, guvatlı (kuvvetli) yemek yer idi..."

Şeklinde cevaplar verdi.

Derken soru sorma sırası yanımdaki arkadaşa geldi. O da keyifle:

-"Benim dedeme de filan efendi derler. Peki, söyle bakayım o nasıl bir adamdı?.."

Adamcağız "o dedenin" adını duyunca şöyle bir duraladı ve akabinde; "bak orda bir dur" dercesine elini şöyle bir kaldırdı ve:

4 Temmuz 2013 Perşembe

Kendiliğinden İspat!..


Bugünkü hikayemiz, eski bir kitaptan(*) derlenmiş ilginç bir tarihi hikaye. Hadise, III. Murat zamanında geçiyor ve ilginçliği de az sonra da anlatacağımız üzere Nasrettin Hoca ile olan bağlantısından geliyor. Şimdi geçelim hikayeyi anlatmaya:

Üçüncü Murat devrinde Akşehir'den İstanbul'a gelen bir adam, meşhur Nasreddin Hocanın torunlarından olduğundan bahisle, dedesinden kalan bazı mülklerin başkalarınca gasp edilmiş olduğunu ileri sürerek, hakkının iadesi için hükümete müracaatta bulunuyor.

İlgililer meseleyi araştırınca, adamın dediğinin doğru olduğunu ve hakikaten Nasreddin Hocadan kalan kimi mülklerin bazı kimseler tarafından haksız olarak kendi adlarına geçirilmiş olduğunu öğreniyorlar. Fakat esas mesele de bundan sonra başlıyor. Zira, hocanın soyundan olduğunu ileri süren bu kişi, acaba hakikaten onun soyundan mıdır? İşte şimdi de bu iş için uğraşılıyor, yazışmalar, çizişmeler devam ediyor; Hocanın torunuyum diyen adam da sık sık hükûmet kapısına gidip geliyor.

Bir gün yine işini takip için ilgili daireye gelen adamcağız, yukarı çıkmadan önce, hayvanını bağlayacak bir yer arıyor; koca avluda hiç bir tarafı gözü kesmemiş olmalı ki, katırının ipini bir kenarda duran kocaman bir kösün yan kulpuna bağlıyor. Kösler ise pek iri davullardır; bunlarla sabahları ve akşamları "nöbet" denilen mehter havaları çalınır.

28 Haziran 2013 Cuma

"Senin avradın da, benim avradın da!.."

                                                                                                                                                                      
Tarihe az biraz merakı olan, büyüklerinin anlattığı hikayelere az biraz kulak veren bir Türk çocuğu şunu rahatlıkla görür ki, Anadolu'da hayat geçiren Türkler, doğru dürüst bir gün yüzü görmemişler, savaşmaktan arta kalan zamanlarında dahi perişanlık ve fukaralık içinde ömür tüketmekten kurtulamamışlardır. 

Bu durum cumhuriyetten sonra bile uzun yıllar devam etmiştir. Bugün eskiye nazaran çok daha iyi bir durumdaysak bunu şüphesiz eksiği-noksanı ile cumhuriyet idaresine ve onu kuranların iradesine borçluyuzdur.   

Şimdi bu ön-hatırlatmayı şunun için yaptık ki, 1930'lu yılların sonunda dahi yüzyılların birikimi olan fukaralık Anadolu topraklarında halen sürmektedir. İşte o zamanlar, Toros dağlarının bir koyağında kurulmuş bulunan Pozantı'nın Yörük-Türkmenleri de, tıpkı memleketin diğer bölgelerindeki Türkler gibi bulundukları bu yerde hayat mücadelelerine devam etmektedirler. Kimi Çakıt suyunun kenarında bulabildiği avuç içi kadar bir yere bostan ekip ondan ümit beklemekte, kimi davar gütmekte, kimisi ise dağa oduna gidip bir ekmek parası çıkarmaya uğraşmaktadır. İşte bugünkü hikayemiz de dağa oduna giden iki arkadaşın hikayesidir. Aslında hikaye demekte ne kadar doğru, onu da bilmiyorum. Belki şöyle demek daha doğru olur: "Dağa oduna giden iki arkadaş arasında geçen ilginç diyalog."

31 Mart 2013 Pazar

Ah şu bizim bankacılar...


Bankacılık, bana göre dünyanın en meşakkatli mesleklerinden biridir. Çünkü, bankacı para işiyle uğraşan adamdır. İyi bir bankacı için iyi bir müşteri, "mesleği ve kişiliği nasıl ve ne olursa olsun, yeter ki parası çok olsun" şeklinde tanımlanabilir.

Onun işi böyle adamlarla arayı iyi tutmak ve onların parasını bankasına kazandırmaktır. Bunun böyle olduğunu bir çocuk dahi bilir ve bu adamların toplum içinde muteber bir yerleri ve meslekleri olmasa dahi, bankacıların onlara gösterdiği itibar ve yakınlık bu yüzden çok da kınanmaz.

Bu durumu böylece tespit ettikten sonra şimdi hikayemizi anlatmaya geçebiliriz.

Çiftçilik, malûm çok riskli bir meslektir. Hava, tohumun zamanında ekilmesine müsaade edecek, yağmuru zamanında yağdıracak, mahsülü doluya vurdurmayacak  ve hasat zamanında, mahsülünü kaldırması için çiftçiye müsaade edecek. Bütün bunların hepsi tamam olsa, yine yetmez, çıkan mahsülü para da edecek ki, işte ancak o zaman çiftçinin yüzü gülecek!..

İşte Kara Rıfkı lakabıyla maruf merhum amcamız da çiftçi olduğundan ve yukarıda saydığımız şartlardan hemen her sene biri ya da bir kaçı eksik kaldığından, her çiftçi gibi o da ömrü boyunca bir türlü oh diyememiş ve borçtan harçtan yakasını bir türlü kurtaramış biriydi.

Hele birinde, bir kaç sene üst üste kötü giden mevsimler sebebi ile iyice sıkıntıya girmiş, üst üste nice "senet kırdırmış"(*) fakat gelen senenin de kötü gelmesi üzerine, artık bankalar da kendisinden iyice yüz çevirmiş, çiftlik sahibi ağa bir adam olarak banka müdürlerinden gördüğü itibar giderek eksilmiş, müdürler giderek onu görmemezlikten gelmeyi tercih eder olmuş...

14 Mart 2013 Perşembe

Bas dayı, biz de atlarık!..


II. Dünya savaşından hemen sonra (sene ya 1946, ya da 1947 ve aylardan da Kasım olmalı), merhum Rıza ve Nihat Sezgin Ankara'daki bir acentadan, o zamanın parasıyla 11.000 TL.ye bir Land Rover cip alıyorlar. O zamanlar "şoförlük" de başlı başına mühim ve kıymetli bir meslek olduğundan, cipi Osmaniye'ye kadar getirmek üzere oradan bir şoförle 200 TL.ye anlaşıyorlar. Ve neticede cip bu şekilde sağ-salim Osmaniye'ye kadar gelmiş oluyor.

Bu arada cipin gelmesini merakla bekleyen biri daha var: Fikret Besen. (Fikret amcamız aynı zamanda; biz Osmaniyelilerin medar-ı iftiharı olan sevilen sanatçı Ümit Besen abimizin de babasıdır.) Rıza Sezgin'le akrabalığı da bulunan ve o yıllarda daha 16-17 yaşlarında genç bir delikanlı olan Fikret Besen, arabalara, makinalara, motorlara da son derece meraklı biri. Bunlar nasıl çalışır, nasıl gider hep merak edip duruyor.

Ne ise, soğuk bir Kasım gününün akşam üzeri cip Osmaniye'ye gelince Rıza amca, büyüklerin; "amansın, yamansın, sen daha acemisin, yapma, etme!.." sözlerine pek kulak asmadan ve cipin etrafında dört dönmekte olan Fikret Besen'i de yanına alarak cibi denemek üzere "şöyle bir dolaşmaya" çıkıyor. Çıkıyor ama; "gidiş o gidiş!.." dedikleri hesap, aradan saatler geçtiği halde, bunlardan bir haber gelmiyor.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Harun Reşit zamanından ibretlik bir hikaye


Kanuni Sultan Süleyman'ın ünlü vezir-i azamı Pargalı İbrahim'i boğdurması hadisesi, "Muhteşem Yüzyıl" adlı dizi ile gündeme gelince, Pargalı, ne oldu da bu cezayı haketti, ya da, hak etti mi, etmedi mi sorusu muhtelif medya kanallarında yeniden tartışılmaya başlandı.

Pargalı, cezayı hak etti mi, etmedi mi burada onu tartışmayacağım, fakat bu hadise, bana başka bir tarihi hadiseyi hatırlattı ve onu bugün burada sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Bu hikayeyi dinledikten sonra Pargalı'nın akıbeti konusu zannederim daha iyi anlaşılacaktır. Zira, tarihteki olaylar birbirinden çok farklı şekillerde zuhur etmiş gibi görünseler de, bu gibi meselelerin temelinde yatan sebepler birbirlerine hep çok benzerler. İşte bu da, tarihten neden ders alınması gerektiğinin bir kanıtıdır.

Şimdi, gelelim hikayeye. Mesele şu:

Bilindiği üzere, Harun Reşit, Abbasi'lerin beşinci ve en tanınmış halifesidir ve 763-809 yılları arasında yaşamıştır. Onun dönemi siyaseten söz konusu edilirse, mutlaka Bermeki'lerden de söz açmak gerekli olur. Çünkü bu kabile, onun döneminde çok sivrilmiş ve Abbasi devletinin hemen her kademesine getirilecek olanlar, mutlaka hep Bermeki aşiretinden seçilmiştir. Bermekilerin devlet içinde bu kadar sivrilmeleri, zaman içinde onlar üzerine kimilerinin husumetini çekmişse de, 'insanın kendi eli ile başına getirdiğini cümle alem bir olsa getiremez' dedikleri hesap, onlar da; kendilerini çekemeyenlerin kendilerine bir zarar vermesine gerek kalmadan, kendi hatalarının ceremesini fazlası ile çekmişlerdir. Şöyle ki: