12 Aralık 2010 Pazar

İçimden söyleyim derken...

Sene 1918'in sonu, ya da 1919'un başları olmalı. Yani, istiklâl savaşımızın başlamak üzere olduğu zamanlar. Mustafa Kemal Paşa, 11 gün süren Yıldırım Orduları Gurup Komutanlığını Nihat Paşa'ya (Anılmış) devredip İstanbul'a dönmüş, Nihat Paşa da, Mondros mütarekesi gereği, ordu terhis edilmeden önce bir taraftan silah ve cephaneyi Pozantı'ya taşıtmakta, bir taraftan da millî direnişi örgütlemek üzere Adana ve çevresi bölgelerin eşrâfı ile temas etmektedir.

İşte bu temaslar gereği, verdiği davetlerden birinde, Osmaniye'den de bir heyeti  Adana'daki Kolordu binasında ağırlıyor. Osmaniye'den; Hacı Eroğlu, Palalı Süleyman Ağa, Hacı Hüseyin Efendi (Sezgin) ve şu an isimleri hatırıma gelmeyen eşraftan bir kaç isim daha heyet halinde Nihat Paşa'nın sofrasına konuk ediliyorlar. Nihat Paşa ise emrindekilere sürekli; "Aşçıbaşına söyleyin, şunu yapsın. Aşçıbaşına söyleyin, bunu da yapsın, Aşçıbaşına..." tarzında emirler veriyor.


Bu durum, heyetten Hacı Eroğlu'nun bilhassa dikkatini çekmiş olmalı ki, birden ortaya:

-"Vay ananı, arvadını! Na'ğadar (ne kadar) aşçısı var ki, bir de "başı" var!"

demesin mi?!..

Bu laf üzerine ortam tabiatıyla bir anda buza kesiyor!

Milletin gözü Hacı ağaya çevriliyor, Hacı ağa da yaptığı gaftan pişman bir vaziyette ve durumu izahın yine kendisine düştüğünün farkında olarak ister istemez mahçup bir şekilde yeniden söze girip:

-"İçimden deyim derken, dışımdan deyiverdim vallaha paşam!"

deyince, bu samimi ikrar ve itiraf karşısında masadan bir kahkaha kopuyor!..

Oluyor bazen böyle durumlar da, bu şekilde toparlayabilene ne mutlu, değil mi?

* * *

NOT: Nihat Paşa'nın Osmaniye ile ilgisi elbette sadece bu yemekle sınırlı değildir. Bir iki defa da Osmaniye'ye gelmişliği ve misafir olmuşluğu vardır. Hatta bu ziyaretlerinden birinde, Tecirli aşiretinin reisi Hacı Karakâhya'nın misafiri olmuş, fakat bu esnada çok da tatsız bir hadiseye şahit olmak durumunda kalmıştır. Şöyle ki:

Hacı Ağa'nın eşlerinden biri, kocasına olan bir kırgınlığından dolayı bu misafirliği kullanarak kendince kocası Hacı ağayı rezil etmek maksadı ile yemeği bilerek geciktirmiş, kocası Hacı Karakâhya'nın ikide bir mutfağa gidip gelir olması ile de Nihat paşa ortada bir tatsızlık olduğunu anlamış ve:

-"Acelesi yok Hacı ağa, daha acıkmadık. Gel hele otur şöyle!.."

diyerek Hacı ağayı teskin etmeye çalışmış. Fakat Hacı ağa onu dinlemeyerek kalkıp son bir kez daha mutfağa yürümüş ve ardından da çok sürmeden mutfaktan bir el silah sesi duyulmuş! Nihat paşa da bunun üzerine:

-"Eyvah! Vallahi demeyeyim, Hacı ağa kadını vurdu!.." 

diyerek etrafındakilerle beraber mutfağa koşturmuş ve aynen tahmin ettiği gibi Hacı ağa elinde tabanca ile ayakta, kadın ise ala kanlar içinde yerde cansız yatıyor!

Elim bir şekilde neticelenen bu ziyaretin haricinde, onunla ilgili diğer hatıralara geçer isek, mesela Hacı Hüseyin Efendi, Çardak köyünden, Efendioğlu'lardan olan son eşi Hürü Melek hanımdan doğan oğlu merhum Nihat Sezgin'e Nihat ismini de işte bu yanda resmi görülen Nihat Paşa'dan dolayı vermiştir.

Ayrıca bu hikaye ile bağlantılı olarak küçük bir hikaye daha var ki, onu da nakletmeden geçmeyelim.

Nihat Paşa'nın yukarda zikrettiğimiz davetinden sonra mıdır, önce midir, orasını bilemiyorum ama Paşa, Osmaniye'de yine bir gün eşraf tarafından ağırlanırken, o zamanın görenekleri icabı, yer sofrası kurulur. Yer sofrasında yemek yemenin, alışık olmayan için zorlukları herkesin malûmudur. İşte bu, malûm oturuş şeklinden olsa gerek, Nihat Paşa sofraya kaşık uzatayım derken, beklenmedik ve de oldukça gürültülü bir şekilde gaz kaçırıveriyor! Yapan için de, şahit olan için de ister istemez mahçubiyet doğuran bu durumu, yanılmıyorsam yine Hacı Eroğlu kurtarıyor. Ne yapmış da kurtarmış derseniz; paşanın durumunu görür görmez, "iyi adamda kötü şey durmaz" diyerek hemen kendi de bırakıyor! Bunun üzerine, diğer misafirler de arka arkaya bırakıyorlar! Mahcubiyet de yerini, tabii ki kahkalara bırakıyor... İşte zekâ, işte feraset!



0 yorum:

Yorum Gönder