10 Ekim 2010 Pazar

"Urfali amma Kürt degil!"

Çocukluğumda, yanımızda Drejo adında yaşlı bir Kürt çalışırdı. Aslen Urfalı, çok ince ve uzun boylu, şalvarlı, kasketli, yelekli ve gayet zeki bir adamdı. Asıl adı neydi, zannederim bunu halâ kimse bilmiyordur. Zaten "Drej" kelimesinin Kürtçe'de "uzun" anlamına geldiğini de çok sonraları öğrendim. Drejo da herhalde "uzun adam" anlamına geliyor olmalı. 'Çalışıyordu' dedim ama burada; 'yanımızda bulunuyordu' demek daha doğru olur. Zira, o dönemlerde (1960'lar...) Çukurova'da "geçim zorluğu" diğer bölgelere göre daha hafifti. Mahsül iyi para eder olmuş, çiftçiler de eskiye nazaran nispeten daha bir rahatlamışlardı. İşte Drejo da, kimbilir Urfa'dan Çukurova'ya ne zaman gelmişse gelmiş, Adana ve Ceyhan çevrelerindeki büyük çiftliklerde epey bir müddet çalışmış ve her nasıl ve ne vesile ile gelmiş, onu bilemiyorum ama yanımızda iken yaşlı bir adam olduğunu biliyorum.


Rahmetli, son derece kalender ve "nekre" (şakacı) bir adamdı. Herkes tarafından çok sevilirdi. Cebinde cıgarası ve biraz da harçlığı varsa daha da keyifli olurdu. Çoğunlukla bizim evde yer içer, herkese laf yetiştirir, millet de ona takılmaktan zevk alırdı. Yaptığı iş de, ufak tefek, getir götür işiydi. Bir gün bana: "Baba, yarın Urfa'ya gidiyorum. Ordan sana ceylan getirem mi?" diye sordu. (Bana "baba" derdi. Babam; "harçlığın da var mı Drejo?" dediğinde, "yoktir" der, babam, "ne kadar istersin?" deyince de, gülerek; "babama ne veriyorsan bana da onu ver..." derdi). Tabii, "ceylan" lafını duyunca çok heyecanlandım. "Getiir" dedim. Evimizin genişçe bir bahçesi vardı ve ona burada bakabileceğimi düşünüyordum. Zaten bahçede de, eskiden ahır olarak kullanılmış, şimdi boş olan küçükçe bir oda vardı.


Neyse, Drejo Urfa'ya gitti. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum ama bir akşam üzeri Drejo hakikaten bir ceylan ile beraber geldi. Aman Allahım, ne kadar zarif, ne kadar güzel bir hayvandı. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu arada babam Drejo'ya döndü ve: "Drejo, bu hayvan acıkmıştır da şimdi. Ne verelim buna ki?" diye sordu. Drejo şöyle bir düşündü ve "Leblebi" dedi. "Babam şurdan bir tas leblebi alıversin de gelsin". Burda baba, ben oluyorum tabii. Hemen elime kalaylı bir bakır tas tutuşturup yolladılar. Bu saatlerde havayı nefis bir kavrulmuş leblebi kokusu kaplardı zaten hep. Çünkü evimizin hemen yan taraflarında bir yerde, Hikmet Emmi'nin bir leblebici dükkanı vardı. (Drejo da bu kokudan esinlenip "leblebi" demiş olmalı herhalde.) Neyse, lebleyi tasa doldurup geliverdim ve tası Drejo'ya teslim ettim. Bu arada babam atıldı: "Hayvan birden bire çok yeyip de tenelemeye Drejo?" (Çünkü, biz de aslen hayvancılıkla uğraşırdık ve "işkembeli" hayvanlar, bilhassa arpa gibi "taneli" yemleri çok sever ve serbest bırakırsanız çok yer ve sonra da tabii ki şişerler. Bu durum onları öldürebilir de...İşte buna "teneledi" ya da "hamurladı" derler). Babamın bu kaygısı, Direjo'yu birden ciddileştirdi ve babama dönüp, ciddi ve kendinden emin bir sesle şöyle dedi: 


-"Yok Aga! Urfali amma Kürt degil, o kararını bilir!".


Gerçekten de, hayvancağız Drejo'nun dediği gibi "kararını biliyormuş" ki,  tasın üstünden şöyle üç beş tane leblebi ya yedi, ya yemedi ve kendiliğinden kenara çekiliverdi.


De bakiim şimd!...İlahi Drejo...


Daha epey bir hikayesi var Drejo'nun sırası geldikçe anlatırız inşallah...

...

0 yorum:

Yorum Gönder