Efendim, hazır Drejo'dan söz açmışken, onun yeni bir hikayesini daha anlatarak, sıcağı sıcağına, onu bir daha anmış olalım.
Yıl yine 1960'lar... O günlerde Drejo'da bir hareketlilik var. Çınarlı Kahve ile Büyük Cami'yi ayıran taş duvarın, oldukça sota bir yerinde, kendinden oldukça yaşlı bir Kürt ile sürekli buluşuyor ve kendi aralarında hımır hımır, hararetle ve uzun uzun bir şeyler konuşuyorlar... Bu durum bir kaç gün devam etti. Belli ki, Drejo yine yeni bir iş peşinde... Millet de; kokusu nasıl olsa yakında çıkacaktır diye, merakla bekleşiyor. Derken, Drejo bir gün elinde bir paketle geliyor ve kendisini merak ve sabırsızlıkla beklediği belli olan o yaşlı Kürde el altından bu paketi teslim ediyor.
27 Şubat 2011 Pazar
İlacın ne kabahatı var?l...
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
07:54
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Drejo,
Osmaniye'den Hikayeler
23 Şubat 2011 Çarşamba
"Benim avrat bunu duymasın!.."
Epeydir bizim "Drejo"dan söz etmez olduk, aklımıza gelmişken hemen onun bir hikayesini daha anlatalım da, üzerimizde hakkı kalmasın...
Drejo, Osmaniye'ye gelmeden evvel, epey bir zaman Adana'nın büyük çiftliklerinde ve köylerinde çalışmış. Zaman zaman, aklına estikçe, denk düştükçe oradaki anılarını anlatır, milleti güldürürdü. (Hemen söylemek gerekir ki, Adana'nın adamı; bizim buraların adamına nazaran daha bir haşindir, küfürleri ve şakaları daha bir ağırdır. Kısmı ekserisi, küfür etmek için ağzını açmayagörsün, -sümmü haşâ- Allah, kitap bırakmaz da, ne varsa yere indirir!...)
Drejo, Osmaniye'ye gelmeden evvel, epey bir zaman Adana'nın büyük çiftliklerinde ve köylerinde çalışmış. Zaman zaman, aklına estikçe, denk düştükçe oradaki anılarını anlatır, milleti güldürürdü. (Hemen söylemek gerekir ki, Adana'nın adamı; bizim buraların adamına nazaran daha bir haşindir, küfürleri ve şakaları daha bir ağırdır. Kısmı ekserisi, küfür etmek için ağzını açmayagörsün, -sümmü haşâ- Allah, kitap bırakmaz da, ne varsa yere indirir!...)
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
12:56
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
(18+) Hikayeler,
Adana Hikayeleri,
Drejo
22 Şubat 2011 Salı
"Kara Yüzbaşı"
1930, hatta 1940'lara kadar "at hırsızlığı", genç Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin önünde, başlı başına mücadele edilmesi gereken, ciddi bir asayiş sorunu olmaya devam etmiştir. Hatta o, hayvancılıktan başka bir geçim kaynağının olmadığı dönemlerde, bilhassa "at hırsızlığı", az sonra açıklayacağımız üzere, herkesin becerebileceği bir iş olmadığından, adeta bir "zenaat" olarak görülür olmuştur. Sebebi ise; atların çalınmasını önlemek maksadı ile atların ayaklarına "bukağı" (bir çeşit pranga) takılarak, ahıra öyle konulur olmalarıdır. Bu sebepten, at hırsızlarının işini zorlaşmış ve onları bu yüzden iki kişilik bir ekip kurmayıa mecbur etmiştir. Biri, bukağının ortasındaki kilidi açarken, diğeri, bu esnada atın başına yuları geçirebilmelidir. İşte, bu yüzden derler ki; meşhur bir at hırsızı, ölüm döşeğinde iken sormuşlar: "Bu dünyadan artık göçüp gidiyon, bir diyeceğin yok mu!..?" Adam, durmuş durmuş, ellerini zar zor iki yana açarak : "Ne deyim ki? Ben bukağıyı açana kadar, atın başına yuları geçirecek bir arkadaş bulamadım da ona yanarım!" Yani anlaşılan, o dönemde de "kalifiye" adam sıkıntısı had safhada!.. Neyse, böylece; bukağıının bile at hırsızlığını önleyememesi ve bilhassa Osmaniye ve çevresinde at hırsızlığının had safhaya ulaşması üzerine, (1930'ların ortaları olsa gerek) dönemin hükümeti Osmaniye'ye olağanüstü yetkilerle teçhiz ettiği bir Jandarma komutanı gönderiyor. Komutan, "sürgün yetkisi" dahil (ki, o dönemde, Osmanlı'da olduğu gibi, sürgün yerlerinin başında Antalya ve Bodrum gelirdi...) daha bir çok yetki ile teçhiz ediliyor... Derken, bu yüzbaşı Osmaniye'ye gelip, görevbaşı yapıyor...
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
14:03
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye tarihinden...
17 Şubat 2011 Perşembe
"Borcun ne gadar Mustafam?!.."
Mustafa Yargıcı merhum, Osmaniye'nin sayılır ve sevilir simalarından biri idi. Epey bir zaman, şimdiki Müftülük binasının karşı sağ çaprazında, ziraî ilaç vb. satışı yapardı. Daha sonra da petrol istasyonu çalıştırmıştı bir müddet rahmetli. Ayrıca avcılığa ve yemeğe düşkünlüğü ile de bilinirdi.
İşte bu Mustafa amca, o; ziraî ilaç işi ile iştigâl ettiği zamanlarda (60'lı yıllar..), nasıl olmuşsa olmuş, epey bir borca girmiş, tabir yerinde ise tam anlamı ile patırdıyor... Onun bu durumundan arkadaşları da haberdar tabii ki... O günlerde, en yakın arkadaşlarından avukat Burhan Bozdoğan'ın babası "Himmetoğlu", Kadirli'den Osmaniye'ye, oğlunun yanına geliyor ve bu vesile ile Mustafa amca ile karşılaşıyor. O da oğlu vasıtası ile Mustafa amcanın durumundan haberdar oluyor ve haliyle kaygı edip, Mustafa amcaya soruyor:
İşte bu Mustafa amca, o; ziraî ilaç işi ile iştigâl ettiği zamanlarda (60'lı yıllar..), nasıl olmuşsa olmuş, epey bir borca girmiş, tabir yerinde ise tam anlamı ile patırdıyor... Onun bu durumundan arkadaşları da haberdar tabii ki... O günlerde, en yakın arkadaşlarından avukat Burhan Bozdoğan'ın babası "Himmetoğlu", Kadirli'den Osmaniye'ye, oğlunun yanına geliyor ve bu vesile ile Mustafa amca ile karşılaşıyor. O da oğlu vasıtası ile Mustafa amcanın durumundan haberdar oluyor ve haliyle kaygı edip, Mustafa amcaya soruyor:
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
01:56
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye'den Hikayeler
15 Şubat 2011 Salı
"Et degil, kemik degil..."
Yazdığımız hikayeleri daha önce bir yerlerde not etmemiş olduğumuzdan, bir sıralama içinde yayınlayamıyor, aklımıza geldiği an yazdığımız için de, ister istemez daldan dala atlamak durumunda kalıyoruz. Memleket, -güzel Anadolu'muzun diğer her yeri gibi-bereketli olunca da, birbirinden güzel yemeklerin dolu olduğu bir sofraya oturan aç adamlar misali, bir ondan, bir ötekinden atıştırıp duruyoruz ister istemez...
Bu peşrevden sonra gelelim bugünkü hikayemize:
Efendim, "Reşit Ali" de güzel Osmaniye'mizin renklli simalarındandı. Dışardan baktığınızda, giyimi ile kuşamı ile, elindeki incecik bastonu, yakasından eksik etmediği karanfili ile, hele ki, eski zaman usulü; o beyaz bıyıklarının ucu zarif bir şekilde yukarıya kıvrılmış haliyle ve de hele başındaki hasır fötrün zerafetini tamamladığı ince ve zarif bedenini örten temiz takım elbisesi ve kravatı ile tam bir Fransız-İtalyan karışımı mirasyedileri andırırdı. En yakın arkadaşı ise merhum kasap Müslüm'ün oğlu merhum kasap Yılmaz'dı...
İşte, bugünkü hikayemiz de kasap Yılmaz'ın Zorkun'daki dükkanında geçiyor.
Bu peşrevden sonra gelelim bugünkü hikayemize:
Efendim, "Reşit Ali" de güzel Osmaniye'mizin renklli simalarındandı. Dışardan baktığınızda, giyimi ile kuşamı ile, elindeki incecik bastonu, yakasından eksik etmediği karanfili ile, hele ki, eski zaman usulü; o beyaz bıyıklarının ucu zarif bir şekilde yukarıya kıvrılmış haliyle ve de hele başındaki hasır fötrün zerafetini tamamladığı ince ve zarif bedenini örten temiz takım elbisesi ve kravatı ile tam bir Fransız-İtalyan karışımı mirasyedileri andırırdı. En yakın arkadaşı ise merhum kasap Müslüm'ün oğlu merhum kasap Yılmaz'dı...
İşte, bugünkü hikayemiz de kasap Yılmaz'ın Zorkun'daki dükkanında geçiyor.
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
03:52
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Reşit Ali,
Zorkun Hikayeleri
12 Şubat 2011 Cumartesi
Bunu da yazdınız mı?!..
"Kara Rıfkı" adını şimdikiler pek bilmez, rahmetli bir devrin efsane adamlarından biriydi. Uzun boylu, cüsseli, zencileri andıracak kadar da koyu esmer bir adamdı. Babasına da "Kara Müftü" dediklerine göre, baba tarafına çekmiş olmalı... Çift, çubuk sahibi, zengin, lâfı ağzında, yemesine içmesine düşkün, enteresan bir adamdı rahmetli... Arkasında bir çok anı bırakan "Kara Rıfkı"nın ilk aklımıza gelen bir hikayesi ile başlayalım dilerseniz:
50'li yıllar... Rahmetli, Adana'da bir Yahudi esnaftan bir amerikan "Packard" araba alıyor. Alıyor almasına ama günü gelince borcunu ödemiyor, ya da ödeyemiyor, orasını bilemem. Neyse, alacaklı da epey bir müddet uğraştıktan sonra bakıyor ki, olmuyor, veriyor bunu icraya... Mevsim yaz, Kara Rıfkı çekmiş arabayı evinin bahçesine... Sabahın erken saatleri, icra memurları gelmiş, daktiloyu da arabanın kaputuna koymuşlar, biri söylüyor; öteki yazıyor: "Rengi şu, modeli bu, şurası şöyle, burası böyle..."
50'li yıllar... Rahmetli, Adana'da bir Yahudi esnaftan bir amerikan "Packard" araba alıyor. Alıyor almasına ama günü gelince borcunu ödemiyor, ya da ödeyemiyor, orasını bilemem. Neyse, alacaklı da epey bir müddet uğraştıktan sonra bakıyor ki, olmuyor, veriyor bunu icraya... Mevsim yaz, Kara Rıfkı çekmiş arabayı evinin bahçesine... Sabahın erken saatleri, icra memurları gelmiş, daktiloyu da arabanın kaputuna koymuşlar, biri söylüyor; öteki yazıyor: "Rengi şu, modeli bu, şurası şöyle, burası böyle..."
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
12:39
2
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Kara Rıfkı,
Osmaniye'den Hikayeler
8 Şubat 2011 Salı
"Edep yerimde bir çıban çıksa..."
Merhum Hacı Durmuş Hasan Efendi, aslen Darendeli olup, devrin Osmaniye'sinin hatırı sayılır, mal mülk sahibi, zengin esnaflarındandı. O devrin bir çok varlıklı insanı gibi çok eşli idi ve koca bir konakta eşleri, çocukları ve gelinleri ile hep beraber yaşardı. Bu kısa izahattan sonra asıl konumuza gelecek olursak, hikayeyi anlatan, daha sonra H. Durmuş Hasan Efendinin oğlu ile kızkardeşi evlenecek olan Dr. Yücel Yalçın... Yalçın diyor ki;
Çocuğum, rahmetli anam Binnaz hanım ile beraber ata bindik Mustafabeyli'ye gidiyoruz. Herhalde oradaki değirmende bir işimiz vardı. Neyse, oradaki işimizi gördükten sonra anam dedi ki: "Buraya kadar gelmişken bir de Osmaniye'ye gidelim de Hasan Efendiyi ziyaret edelim" Yok, diyecek halimiz yok ya, düştük yola... O sırada da Hasan Efendinin dördüncü defa evlenme planı gündemde ve ortamın hayli gergin olduğu zamanlar...
Çocuğum, rahmetli anam Binnaz hanım ile beraber ata bindik Mustafabeyli'ye gidiyoruz. Herhalde oradaki değirmende bir işimiz vardı. Neyse, oradaki işimizi gördükten sonra anam dedi ki: "Buraya kadar gelmişken bir de Osmaniye'ye gidelim de Hasan Efendiyi ziyaret edelim" Yok, diyecek halimiz yok ya, düştük yola... O sırada da Hasan Efendinin dördüncü defa evlenme planı gündemde ve ortamın hayli gergin olduğu zamanlar...
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
02:18
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye'den Hikayeler
2 Şubat 2011 Çarşamba
Aynı senin konuştuğun gibi...
Bir Zeki (Özdemir) abimiz var, Allah selamet versin, şu an yaşı altmışın üstünde. Hiç evlenmedi ve hiç bir şeyi kendine dert edinmedi şimdiye kadar... Zayıf, ince uzun boylu ve çok da meraklı bir adam... Eline, tanıdık tanımadık, birini geçirdi mi, mevzu ne olursa olsun, karşısındakini baydırana kadar, sorar da sorar. Ayrıca, kekeme de olduğu için, karşısındakine verdiği meşakkat, ikiye katlanır. İşte bu Zeki abi, bir kaç yıl önce muayene için devlet hastanesine gidiyor. Koridorda muayene sırası beklerken, yanında kendisi gibi sıra bekleyen kendinden daha yaşlı bir amcayı gözüne kestiriyor ve bu amcaya: "Ge...Ge..Geçmiş olsun e e emmi, se se senin ne ne neyin va va var?" diyerek lafa bir girizgâh yapıyor. Amca bu soruyu, pek de umursamaz bir tavırla: "İdrar yolları rahatsızlığı..." şeklinde kısa bir cevapla geçiştiriyor. Ama Zeki abinin amcanın yakasını bırakmaya niyeti yok! Lafı soğutmamak için derhal ikinci soruyu yapıştırıyor: "Nnn..ne gi gi gibi bibb bir şşşşşik şik şikayetin va va var?" Amca, eski kulağı kesiklerden olmalı ki, Zeki abimin niyetini anlamış ve bu muhabbeti sürdürmeye hiç de niyetli olmadığını, şu cümleyle ifade ederek mevzuya noktayı koyuyor: "Şikayetim şu ki; aynen senin konuştuğun gibi işiyorum, yeğenim!.."
Diyecek fazla bir şey yok! Geçmiş olsun emmi!..
Diyecek fazla bir şey yok! Geçmiş olsun emmi!..
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
10:42
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye'den Hikayeler