Bu hatıratı yazmaya başlamadan evvel kısa bir hatırlatmada bulunalım: İhsan Eryavuz (nam-ı diğer Topçu İhsan) Türkiye Cumhuriyet'inin ilk ve son Denizcilik Bakanı, Teşkilat-ı Mahsusa ve İttihat ve Terakki'nin önemli isimlerinden biridir. Kurtuluş savaşımız sürerken Ankara'da kurulan Büyük Millet Meclisi'ne Cebel-i Bereket Osmaniye milletvekili olarak seçilmiş vatanperver biz zattır. Hatıratından anladığımıza göre, daha önce 1908 yılında görev icabı uğradığı Osmaniye'ye 1922 yılında milletvekili olarak gelmiş ve burada bir süreliğine misafir olmuştur.
Ben de hatıratın Osmaniye'yi ilgilendiren bu kısmına, Kamil Maman Bey'in zahmetli bir çalışma ile kültür hayatımıza kazandırdığı "KARA DEFTER" ismi ile 2014 yılında yayınlanan kitabında rastladım. Ve şimdi yakın tarihimize ışık tutacağına hiç şüphe olmayan bu eserin o kısmını burada sizlere aktarıyorum:
"Cebel-i Bereket'e (evvelce de arz ettiğim vechile) 26'da (Miladî 1908, VB) bir kere daha gitmiştim. Bu sefer (1922, VB) mebusları sıfatıyla oraya ulaşıyordum. Adana'dan bindiğimiz tren birkaç saat sonra Toprakkale'ye ulaştı. Mebuslarının geleceğini haber alan mahallî eşrafından bir kısım [halk] beni karşılamak için Toprakkale İstasyonu'na gelmişlerdi. Birlikte tren ile Cebel-i Bereket'in merkezi olan Osmaniye İstasyonu'na geldik. İstasyonda ahali ve eşraftan kalabalık bir halk tarafından karşılanıyorduk. Bunların arasında benim 26'daki ziyaretimde tanıştığımız bir iki zat da görülüyordu. İstasyon kasabaya bir çeyrek yahut yirmi dakika sürer. Etrafına ağaç fidanları dikilmiş (ve fakat bakımsızlık ve muhafaza edilememek yüzünden bu fidanlardan birçoğu kurumuş ve kırılmış) bir yolu (benim için istasyona getirilen faytona ahaliye hürmeten binmeyerek) halk ile birlikte yaya yürüyerek kasabaya dahil olduk.
Uzaktan beyaz bir minaresi gözüken Osmaniye kasabası Cebel-i Bereket Dağı'nın kuzey eteğinin bitiminde yeşil bir ovada bulunuyordu. "Amanos"un kasabaya uzanan yeşil bir ormanlık ile örtülü eğimli düzeyi buraya cidden bir güzellik vermekte ve insana hoş gözükmekteydi.
Karşılayanlar ile hem yürüyor hem de dertleşiyorduk. Kendilerine, ""Bu dağa niçin Cebel-i Bereket denildiğini ve memleketin bu dağ ve ormanlardan ne suretle istifade ettiğini" sormuştum. Karşılayanlar arasından -hükûmet memuru olduğunu öğrendiğim- bir zat bana, "Efendim! Bu Cebel-i Bereket ismini o zaman bir sancak merkezi bulunan kasabamızda vakanüvis meşhur Cevdet Paşa merhum vermiştir. Malumunuz bura ahalisi bir kısmı Selçuklulardan evvel, bir kısmı Selçuklular zamanında, bir kısmı da Osmanlı Hükûmeti teşekkül ettikten sonra Türkistan taraflarından gelmiş Türk aşiret ve kabilelerinden ibarettir. Göreceksiniz; halkımızda aşiret kimliği tamamıyla silinememiş; az ve çok hâlen bâkidir. O zaman ise bu hüviyet daha ziyade bariz ve binaenaleyh aşiretler ve kabileler arasında çekişmeler de eksik değilmiş. Ara sıra asayiş ve inzibatı ihlal hareketleri büyür ve hükûmete karşı bir vaziyet mahiyetini alırmış.
Akdeniz'in pek mühim bir giriş ve çıkışı olan İskenderun ve civarının selametini sağlamak düşünülerek devletçe bu halin önüne geçilmesi, aşiretlerin ve kabilelerin terbiye, ıslah ve iskanları kararı verilmiş ve meşhur Derviş Paşa kumandasında bir askerî kuvvet sevk ile ıslahâta girişilerek Türk aşiretleri dağlardan indirilmiş; gördüğünüz Çukurova kenarlarına yerleştirmiş yani olabildiğince aşiret ve kabile hayatına bir son verilmiş.
Cevdet Paşa merhum da "Heyet-i Islahiye" ismi verilen bu Heyet-i Te'dibiyye'ye dahil imiş. Buraları görmüş, gerek umumi vaziyeti, gerek ormanlarının zenginliği, toprağının fevkalade bereketi, dağın birçok kıymettar ve bol madenleri sinesinde saklamış, hava ve suyunun güzelliği itibarıyla buraya "Cebel-i Bereket" ismini vermiş. "Bu dağ ve bu ormanlardan kereste elde ediliyor, en ziyade Suriye taraflarına sevk olunuyordu. Keza, odun ve kömür çıkarılırdı. Fakat elde edilme tarzı o kadar ilkel ve gayri muntazam, gayri fennî bir haldedir ki, mübalağasız arazi ve orman üretimi hiçbir yerde burada olduğu kadar ihmal edilmemiştir denilebilir!" dedi.
Tekrar sordum, "Cebel-i Bereket'in umumi nüfusu ne kadardır? Din, mezhep ve milliyetçe vaziyeti nedir?"
Şöyle cevap verdiler, "Kayıtlı olan nüfus altmış dört bin kadardır. Fakat bu ancak miktarı bilinen nüfustur. Bundan başka tahminen on beş, yirmi bin kadar da kayıt dışı nüfus olacaktır. Eski devirde halkın hükûmete itimadı olmadığından, doğum nüfusunu ekseriya kaydettirmezlerdi. Bununla birlikte bu nüfus, yüzölçümü on bin kilometre kare olan Cebel-i Bereket için pek azdır. Cebel-i Bereket'in ilerlemeye olan kabiliyeti ve jeopolitik önemine nazaran bu nüfusu artırmak milli hükûmetimize düşmektedir. Bu memleket milyonla insanı müreffeh ve mesut geçindirir."
Ben, "Nüfus artırmak için ne çare düşünüyorsunuz?" demiştim."Hariçten muhacir getirmek... Aynı zamanda mesela bazı Yörük aşiretler vardır; kış mevsimini burada geçirirler, yazın giderler. Bunlar Cebel-i Bereket'in hava, su ve iklimine alışmışlardır. Nüfusu bir hayli yekûn teşkil eden bu Yörük aşiretler vilayet dahilinde yerleştirilebilir. Herhalde Cebel-i Bereket'in bilinen ve bilinmeyen nüfusu ile birlikte seksen bin nüfusa sahip olduğuna nazaran buraya -memleketin gelişmemiş vaziyetini de nazara [alarak]- başlangıçta hariçten kırk veya elli bin nüfus iskânı mümkün ve hatta lazımdır. Cebel-i Bereket ahalisi hemen umumiyetle Türk ve Sünnî'dirler. Yalnız Islahiye kazasında bir miktar Kürt aşiretleri vardır. Önlar da şunlardır: Halikanlı- Delikanlı- Musikanlı- Şerikanlı- Ekipanlı- Bilikanlı- Bevriyanlı- Melikanlı aşiretleri" diye cevap verdiler.
Kasabaya vardık. Bana istifadeye değer malumat veren o zattan şu tafsilatı tespit ettim:
I- Osmaniye kazası. Umumiyetle Türk ve Hanefî. Burada Tacirli ve Ulaşlı - Komarlı aşiretleriyle bir miktar Türk Rumeli muhaciri var.
II- Dörtyol kazası. Keza, umumiyetle Türk ve Hanefî. Burada da Bozdoğan Aşireti'nden bir kısım, bir miktar da Türk Rumeli muhaciri bulunuyor.
III- Bahçe kazası. Ahalisi bütünü ile Türk ve Hanefî. Karsak ve Dilegili Türk aşiretleriyle meskûn.
IV- Islahiye kazası. Okçu İzzettin Türk aşiretinden mühim bir kısım ile yukarıda isimleri geçen Kürt aşiretleri. Bu kaza dahilinde birkaç Türk köyü ile gene bir kaç Kürt köyü Alevîdirler. Çoğunluğu ise Mezheb-i Hanefî'den. Burada din oldukça safvet ve hâlisiyetini muhafaza etmiş, birtakım hurâfelere boğulmamış. Tabir-i diğerle dinin burada halk arasında yayılmış şekli, merasimi, dinin esaslarını safvetinden o kadar sapmamış, din burada özünü oldukça muhafaza etmiştir.
V- Hassa kazası. Ahalisi Okçu İzzettin Aşireti'nden, geriye kalan kısım Türk ve Hanefî............
* * *
Osmaniye'de beş altı gün kalmıştım. İşgal günlerinde halkın Fransız askeri ve Ermeni gönüllüleriyle yaptıkları kahramanca muharebelerin menkıbelerini dinledim. Hele bir Türk kadınının kasaba dahilinde yapılan sokak muharebelerinde yanındaki erkek mücahitlere, "Sizler erkek olacaksınız. Bu toprak yığınları gerisinde düşman üzerimize gelsin diye mi bekleyeceksiniz? Ben düşmana varıyorum. Erkek olan peşimden gelsin!" diyerek elinde bombası düşman siperlerine atılıp ve orada şehit düşmesi menkıbesini dinlerken, hem millî gururum, övüncüm artıyor, hem gözlerimden elimde olmadan ve sessizce bir iki damla yaş dökülüyordu.
Ne yazık ki, kadınları dahi kahramanlıkta nümune olan böyle bir millet henüz aşiret ve kabile zihniyetinden sıyrılamamış. Muhtelif aşiret ve kabile efradı bu Türkler birbirlerini millet sevgisi ile sevmeye, birbirlerine karşı hürmet ve itimat göstermeye, birbirlerine hayırhah olmaya ve birbirlerini tutmaya alışamamışlardı.
Osmaniye halkı aynı menşe'den, aynı ırk ve kandan gelmiş, aynı tarihi yaşamış, aynı din ve mezhepten, aynı dil ile konuşan halis muhlis Türk oldukları halde Orta Asya'nın bu asil evlatları aşiret ve derebeylik zihniyetinde ikiye ayrılmış, kardeşliklerini, Türklüklerini idrak edemiyorlar. Haşin ve hırçın bir husumetle birbirlerine zarar vermek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Tacirli Aşireti'nden Çalık oğlu Ahmed Bey beni kendisine misafir etmişti. Öteki taraf bundan alınmış, Türk'ün meşhu-i cihan olan misafirperverliğine rağmen mebusları bulunduğum halde bana da soğuk bulunuyorlardı.
Her iki taraf reisleriyle ayrı ayrı temasa geçtim ve, "Kardeşlerim! Ne yapıyorsunuz? Aranızdaki bu soğukluk ve ihtilaf neden? Türk tarihi incelense görülür ki, milletimizi idrak edemeyip, aşiret zihniyetine saplanıp kalışımızdan ve aşiret kabile reislerimizin birbirlerine karşı olan husumetkârlıkları yüzünden uğradığımız felaket, çektiğimiz dert ve musibet hesaba gelmez. Dünyada yüzlerce milyon Türk var. Bunların içinde ancak on-onbeş milyon kalan biz müstakil bir devlete sahip bulunuyoruz. Gerisi yabancı ellerde ıztıraplı ve esirdir. Bugün Çinliler milyonlarca Türk'ü zulüm ve esaretleri altında süründürüyorlarsa, bu onların vaktiyle aralarındaki milliyet ve kardeşlik hislerini duymayıp birbirleri ile uğraşmaları, birbirlerine daima husumet göstermeleri, hatta birbirleri aleyhinde düşmanla birleşmeleri gibi cehaletlerde ısrar etmeleri yüzünden olmuştur. Bugün Çinlilerin tebaası ve esiri olan o Türkler vaktiyle bunların metbû'u (hükümdarı VB) ve hakimi idiler.
Rusların, Rus Çarlığı'nın elinde dinini, lisanını muhafaza edemeyen İslavlaşan Rus Türkleri de bu akıbete aralarındaki vahdetsizlik, sevgisizlik, nifak ve ihtilaf yüzünden uğramışlardır. Hîve'nin, Türkistan'ın istilasına giden Rus kuvvetlerine Özbek Türkleri rehberlik ediyor, yiyecek taşıyorlardı. Nihayet vaktiyle Ruslara hükümran iken; şimdi cümlesi onlara esir ve tebaa kaldılar.
Ne hacet! Dün mahzâ sizi kendilerine esir etmek, devletinizi yıkmak için karşınızda Fransızlarla Ermenilerin birleştiklerine şahit olmadınız mı? Başka nesilden, başka milliyetten olan bu Hıristiyanlar size karşı birleşebiliyor da, sizler aranızda ne için birlik olamıyorsunuz?
(Eryavuz'un bu minvaldeki konuşmaları 1,5 sayfa daha devam ediyor ve sonrasında şöyle diyor:)
Merkezi Osmaniye olan Cebel-i Bereket o tarihte Dörtyol, Bahçe, Islahiye, Hassa kazalarından oluşmaktaydı. Ben kazaları, nahiyeleri ve mümkünse köyleri de gezmek, görmek istemiştim. Beraberimde, "Osmaniye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" Reisi Çalıkoğlu Ahmed Bey olduğu halde Dörtyol'a gitmek üzere araba ile bir nahiye merkezine geldik. Burası evvelce Cebel-i Bereket sancak merkezi imiş. Belli idi ki vaktiyle planı bir mühendis elinden çıkmış, sokakları nüfusa nazaran çok geniş, muntazam, caddelerdeki evlerin önlerinde ufak bir çiçek bahçesi var; fakat sonradan bilhassa nahiyeye indirildikten sonra burası kıymetten düşmüş, hiç bakılmamış, âdeta terk edilmiş. (Eryavuz, burada şimdiki Erzin ilçesinden bahsediyor. VB) Orada Ali Efendi (Karakurum /VB) isminde uyanık bir zata misafir olmuştuk. Bahçelerinde kavak ağaçlarına sarılmış asmalar nazar-ı dikkatimi çekti. Üzüm salkımları her biri beş kilodan aşağı değil, mübalağasız daha fazla idi. Bu nahiye halkının meşgalesi daha ziyade portakal yetiştirmek imiş. Ancak kendilerine yetecek kadar ziraat yaparlar imiş. Verimli ovalarında Yörük Aydınlı Aşireti gelir, kışlar imiş.
Ali Efendi de beraberimizde olarak, Dörtyol'a vardık. Cebel-i Bereket Dağı'nın batı yamacının sonunda İskenderun Körfezi sahili yakınına kadar hafif ve tatlı meyilde bir portakal ormanı bu altın renkli sarı ve turuncu meyveli büyük yeşil ağaçlıklar içerisinde tek başına köşkler. Dörtyol kazası burası idi.
Dörtyol senede yirmi otuz milyon portakal ihraç edermiş. Harp senelerinde harekât ve mücadele sahası olmuş; ahalisi azalmış; bahçelerinden bir kısmı emval-i metrukeye (Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terkedilmiş mallar.) geçmiş, bakımsız bir hale gelmiş.
Ahalisi kahvelerde toplanmış, mütevekkilâne, uyuşuk vakit geçiriyorlardı. "Şimdi zamanı değil midir? Kahvelerde vakit geçirileceğine bu kurumaya yüz tutmuş portakal ağaçları temizlense, bahçeler imar ve ihyâ edilse olmaz mı? demiştim. Bana, "O gördüğünüz bakımsız ve ağaçları kurumaya yüz tutmuş bahçeler sahipsizdir. Emvâl-i metrukeye kaldı. Hükûmet de baktırmıyor" cevabını verdiler.
Merkezden isteklerini sordum, "1-Hükûmet bu emval-i metrûkeye kalmış bahçelere sahip çıksın. 2-Ahali-i asliyesi hayli noksan. Buraya portakalcılıktan anlayan muhacir getirilsin. 3-Portakal sandığı için keresteye ihtiyacımız olacak" dediler. Ve, "Kazamızın portakal ihracatında maruz kaldığı zorluklar da nakliyatın yalnız uzun karayollarına kalması ve ücret-i nakliyenin pahalılığıdır" görüşlerini ileri sürdüler. Halbuki bunlar her çeşit kerestelik ağaçlarla örtülmüş Amanos Dağları'nın eteklerinde bulunuyorlar, keza deniz kazalarının sahilinde terk edilmiş Payas İskelesi bahçelerine bir çeyrek mesafede idi. Türkiye'de kara (şose), şimendifer, deniz yolları itibarıyla Cebel-i Bereket kadar bahtiyar bir vilayet nadir idi. Bağdat Şimendifer Hattı (130) kilometrelik kısmıyla bu vilayetten geçiyordu. Payas İskelesi ise Doğu Anadolu'nun Akdeniz'e açılmış bir kapısı hükmündeydi. Ve bu gibi vasıtasıyla ticaretimiz ve mahsulâtımız bütün dünyaya çıkış kapısı bulabilirdi.
Burası için o zaman asıl yok olan şey: 1-Halkta dayanışma ve ilerleme eğilimi. 2-Teşebbüs düşüncesi. 3-Bilgi. 4-Para. Bu yoksulluk yalnız Cebel-i Bereket'in değil, bütün ve umum Türkiye'nin hepimizin ortak bir hastalığı idi. Bütün idare tesisatının hükûmet ve icra adamlarının, maarifinin, muharririnin, edip ve varsa filozofunun özetle bütün aydın ve düşünürünün esas vazifesi memleketi bu hastalıktan kurtarmak, bu yoksulluğu gidermek olacaktı.
Dörtyol'da Millî Mücadele esnasında Fransız ve Ermenilere karşı bilhassa kahramanlığı ile tanınmış bir genç vardı. Ve biz onun menkıbelerini duyuyorduk. Halk Millî Mücadele'deki yiğitliği şöhret kazanmış bu genci "paşa" yapmıştı. "Hasan Paşa!" Orada bu yiğitle vakur edalı bu kahraman gençle görüştüm. Duruşu, söz söyleyişi, tabiatının sakinliği kahramanlığına ve taşıdığı kanın asaletine nişan olan bu yiğit genç bende bir sempati uyandırmıştı. Kendisini takdir ve tebrik etmiş, bir İstiklâl madalyası ile ödüllendirilmesini sağlayacağını vadetmiştim. Filhakika, bu madalya herkesten ziyade onun hakkı idi...
* * *
Evet, merhum Eryavuz'un hatıratı, kendisinin Çalıkoğlu Ahmet Bey ile birlikte, Bahçe ve İslahiye kazalarına fayton araba ile yaptığı geziyi anlattığı satırlarla devam ediyor. İlgisini çekenler, daha fazlası için adı geçen kitabı bulup okumalılar. Benden bu kadar...
Sağlıcakla kalın...
0 yorum:
Yorum Gönder