Tarihe az biraz merakı olan, büyüklerinin anlattığı hikayelere az biraz kulak veren bir Türk çocuğu şunu rahatlıkla görür ki, Anadolu'da hayat geçiren Türkler, doğru dürüst bir gün yüzü görmemişler, savaşmaktan arta kalan zamanlarında dahi perişanlık ve fukaralık içinde ömür tüketmekten kurtulamamışlardır.
Bu durum cumhuriyetten sonra bile uzun yıllar devam etmiştir. Bugün eskiye nazaran çok daha iyi bir durumdaysak bunu şüphesiz eksiği-noksanı ile cumhuriyet idaresine ve onu kuranların iradesine borçluyuzdur.
Şimdi bu ön-hatırlatmayı şunun için yaptık ki, 1930'lu yılların sonunda dahi yüzyılların birikimi olan fukaralık Anadolu topraklarında halen sürmektedir. İşte o zamanlar, Toros dağlarının bir koyağında kurulmuş bulunan Pozantı'nın Yörük-Türkmenleri de, tıpkı memleketin diğer bölgelerindeki Türkler gibi bulundukları bu yerde hayat mücadelelerine devam etmektedirler. Kimi Çakıt suyunun kenarında bulabildiği avuç içi kadar bir yere bostan ekip ondan ümit beklemekte, kimi davar gütmekte, kimisi ise dağa oduna gidip bir ekmek parası çıkarmaya uğraşmaktadır. İşte bugünkü hikayemiz de dağa oduna giden iki arkadaşın hikayesidir. Aslında hikaye demekte ne kadar doğru, onu da bilmiyorum. Belki şöyle demek daha doğru olur: "Dağa oduna giden iki arkadaş arasında geçen ilginç diyalog."