Bugünkü anlatacağımız mevzuya hikaye denir mi, bilemiyorum ama "geçmişten küçük bir anekdot" dense de olur herhalde. Neyse, hele önce başlayalım bir anlatmaya da...
Efendim, sene 1940'lı yıllar... Malum, o yıllarda üniversite tahsili dendi mi akla en önce İstanbul geliyor. Memleketin dört bir yanından aileler, çocuklarını üniversite tahsili için İstanbul'a gönderiyorlar. Bunlardan biri de Malatya'dan Yusuf Ziya adlı bir delikanlı. O zamanlar şimdiki gibi envai türden haberleşme vasıtaları yok. Durum acil ise telgraf çekilir, değil ise mektup yazılır. İşte bu Yusuf Ziya beyin babası da oğluna zaman zaman mektup "yazdırarak" memleketten haber veren ve gelen mektupları da birilerine "okutturarak" oğlundan havadis alan, okuma yazması olmayan "ümmi" bir amca. Bir gün, yine oğluna mektup yazılması zarureti hasıl olunca bu amcamız etraftan birilerini yakalıp yanına oturtuyor ve eline kâğıdı kalemi tutuşturup, başlıyor yazdırtmaya. Ne ise, mektup bitiyor, katlanıp zarfına konuluyor ve sıra geliyor zarfın üzerine adresi yazmaya...
Amcam başlıyor adresi söylemeye:
25 Haziran 2011 Cumartesi
"Bay Yusuf Ziya..."
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
12:34
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Memleket Hikayeleri
23 Haziran 2011 Perşembe
"Dışlığım gelmedikçe, ufak ufak atıyordum..."
Şimdi size, bizim hocalarımız en çok neyi ile meşhurdur desek, eminim ki, hiç düşünmeden "yemeleri ile..." dersiniz, böyle derseniz de, yanlış bir şey söylemiş olmazsınız. Bunun hikmeti sebebi nedir, bu niye böyledir, orasını en iyi Allah bilir, lâkin bunda hakikat payı olmadığını da kimse inkâr edemez. İşte bugünkü anlatacağımız hikaye de bu umumi kanaati destekler bir mahiyettedir.
Osmaniye'nin yerli ailelerinden, bugün "Akbaş"lar olarak bilinen aileye, ailenin büyüğü olan Kürevi Müftü efendiden dolayı, eskiler "Kürevi Müftüler" derler. Kürevi Müftü, zamanın değerli hocalarından biri olarak, Hacı Hüseyin Efendi'nin (Sezgin) teşviki ile Osmaniye'ye yerleşmiş muhterem bir zattır. İşte bu Kürevi Müftü, bir gün (1926 ya da 1927 yılı olmalı) Hacı Hüseyin Efendi'nin oğlu Arif'e Andırın eşrafından Yaycıoğlu'nun kızını istemek üzere atlarla yola çıkacak bir heyete dahil oluyor ve 10-15 kişilik bir gurup olarak yola çıkıyorlar. Sadede tez gelmek için sözü uzatmazsak, bir kaç günlük yol katedilip, kız isteme faslı sağ salim tamamlanıyor ve bunlar tekrar yola koyulmaya hazırlanıyorlar. Yaycıoğlu da, kendi şerefine yakışır bir ağırlamanın ardından, yolluk olarak hazırlattığı yiyecek içeceği bunların atlarına yerleştirtiyor ve heyet böylece Osmaniye istikametine doğru yola koyuluyor. Epey bir müddet yol gittikten sonra öğle üzeri bir su başına varıyorlar. Hem biraz dinlenmek, hem de öğle yemeklerini yemek üzere atlarından iniyorlar. Herkes, atlarına yüklenmiş yiyecek sepetlerini bir bir indirirken, içlerinden biri Kürevi Müftü'ye sesleniyor:
Osmaniye'nin yerli ailelerinden, bugün "Akbaş"lar olarak bilinen aileye, ailenin büyüğü olan Kürevi Müftü efendiden dolayı, eskiler "Kürevi Müftüler" derler. Kürevi Müftü, zamanın değerli hocalarından biri olarak, Hacı Hüseyin Efendi'nin (Sezgin) teşviki ile Osmaniye'ye yerleşmiş muhterem bir zattır. İşte bu Kürevi Müftü, bir gün (1926 ya da 1927 yılı olmalı) Hacı Hüseyin Efendi'nin oğlu Arif'e Andırın eşrafından Yaycıoğlu'nun kızını istemek üzere atlarla yola çıkacak bir heyete dahil oluyor ve 10-15 kişilik bir gurup olarak yola çıkıyorlar. Sadede tez gelmek için sözü uzatmazsak, bir kaç günlük yol katedilip, kız isteme faslı sağ salim tamamlanıyor ve bunlar tekrar yola koyulmaya hazırlanıyorlar. Yaycıoğlu da, kendi şerefine yakışır bir ağırlamanın ardından, yolluk olarak hazırlattığı yiyecek içeceği bunların atlarına yerleştirtiyor ve heyet böylece Osmaniye istikametine doğru yola koyuluyor. Epey bir müddet yol gittikten sonra öğle üzeri bir su başına varıyorlar. Hem biraz dinlenmek, hem de öğle yemeklerini yemek üzere atlarından iniyorlar. Herkes, atlarına yüklenmiş yiyecek sepetlerini bir bir indirirken, içlerinden biri Kürevi Müftü'ye sesleniyor:
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
00:15
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye'den Hikayeler
11 Haziran 2011 Cumartesi
Haram lokma nasıl anlaşılır?
Sene 1930'lu, 40'lı yıllar... Antakyalı Cuma, (mesleği sebze tarımı olduğundan olsa gerek) Osmaniye'nin dış mahallelerinden birinde oturuyor ve evinin hemen az ötesindeki tarlalarda (bilhassa da "patlıcan" ziraatinde uzman bir adam olarak) ekip biçiyor ve geçimini böyle çıkarıyor. Yalnız, şunun da altını çizmek gerekiyor ki, Cuma emmim sadece kendi halinde bir çiftçi değil, aynı zamanda da yaman ve gözü kara da bir adam ve bu sebepten de, (her türlü adamdan müteşekkil geniş) bir arkadaş çevresi var.
O yıllar da malûm, hayvan hırsızlığının çok revaçta olduğu ve kimilerince başlı başına bir geçim kaynağı olarak kabul edilip, "önemli"(!) bir meslek dalı olarak icra edildiği bir dönem. Bunların hemen hemen tamamı da Antakyalı Cuma'yı iyi tanıyor ve onunla ahbaplık etmekten zevk duyuyorlar. İşe(!) gelip giderken de mutlaka onun evine bir uğrak veriyor ve bir çayını kahvesini içiyorlar... Tabii ki, bu ziyaretlerinde de, (işler iyi gitmiş ise) eli boş gelmiyorlar ve Cuma emmime de en azından şöyle okkalısından bir but getiriyorlar. Ancak işin burasında ortaya, akla gelmedik bir problem çıkıyor ve Cuma emmimin hanımı bu işten fena halde huylanmaya başlıyor. Zira, daha önce gelen etleri; "falan yerden filan arkadaşın bir adağı var imiş, tam bu adağını keserken bu arkadaşlarla rastlaşınca, sağolsun beni hatırlamış da, bunlarla bir pay da bana yollamış..." diyerek bir müddet idare eden Cuma emmim, neredeyse her hafta muntazaman gelmeye başlayan etleri hanımına izah etmekte artık zorlanmaya başlamış. Hanımı da saf ve mütedeyyin bir kadın. Kadıncağız bir gün bakıyor ki, oluş bu oluş değil, dayanamayarak:
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
04:56
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye'den Hikayeler