Rahmetli Hamdi (Lokur)* abiyi epeydir anmıyoruz. Bugün ondan size küçük bir anekdot aktaralım. Hamdi abi okulunu bitirmiş, yedeksubay okulunda eğitimini tamamlamış ve kurada Aydın vilayetini çekmiş, izinli geldiği Osmaniye'de yana yana Aydın'da askerlik yapmış birini arıyor. Aydın nasıl, çok merak ediyor. (Onun bu aşırı merakını iyi bilen en sevgili(!) dostu Muhtar abi (Taşkaya) ona bir aralar "Hamdi Marak" lakabını takmıştı...) Neyse, Hamdi abi nihayet aradığı adamı buluyor. Başlıyor çocukcağıza sormaya: "Nasıl, Aydın'da askerlik yapmak zor mu, nasıl bir yer orası?..." Çocuk ise: "Valla abi Aydın çok güzel bir yer, her taraf yeşillik..." diyor, başkaca bir şey demiyor. Rahmetli Hamdi abi bir daha soruyor, çocuk da yine habire otlardan, çayırlardan, yeşilliklerden bahsederek Aydın'ı methetmeye devam ediyor. Hamdi abi dayanamıyor: "Ulan olum ben inek miyim ki habire yeşillikten bahsediyorsun, ben oraya yayılmaya mı gidiyom lan? Askerliği nasıl oraların ondan bahsetsene kitapsız!"
*"Lokur" lakabının patenti de Muhtar abiye aittir.
28 Aralık 2010 Salı
Ben inek miyim olum?!..
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
07:07
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Hamdi Akın (Lokur)
18 Aralık 2010 Cumartesi
Ben böyle alışverişin...
Taşımacılığın kervanlarla yapıldığı dönemlerde, Adana'da bu işi tekelinde tutup, başka kimseyi de bu piyasaya sokmayan ve adına da DEVECİLER denir, bir aşiret var. Herhalde pazarda tek başına olmaktan doğsa gerek, türlü huysuzluklarla Adana esnafına çok çektirdikleri söylenirdi. İşte şimdi anlatacağımız bu küçük anekdot da bu konu ile ilgili. Bir gün esnafın biri, başına gelecekleri tahmin edebildiği için, getirttiği malın nakliye ücretini, hem muhtelif para cinslerinden, hem de bozuk para ve kâğıt para olarak ayrı ayrı hazırlamış, nakliyeci hangisinden isterse ondan verecek ve böylece de bir niza çıkmasına fırsat vermemiş olacak. Derken
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
07:49
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Adana Hikayeleri
17 Aralık 2010 Cuma
"Geç gardaş geç!.."
Efendim malûm; avcı hikayeleri palavrasız olmaz, olmaz amma bu; palavranın sadece avcı hikayelerinde atıldığı anlamına da gelmez. Buna en güzel örneklerden biri de, işte şimdi anlatacağımız hikayedir. Hikayeyi veren, yine bizim Ulaşlı "gabilesi"nden biri...
"Gardaşım" anlatıyor:
"Bir gün gene dağda dolaşıyom, ormanıın içinde, şura bura geziniriken, baktım ireliden ("ileriden" demek istiyor...) bir ses geliyo...Ulan bu necidir, kimdir diye pusa pusa yaklaştımkine, ne göreyim; gocca bir ayı! Yerden bir kütüğü kucaklamış, çamın birine dayamaya çalışıyo...
"Gardaşım" anlatıyor:
"Bir gün gene dağda dolaşıyom, ormanıın içinde, şura bura geziniriken, baktım ireliden ("ileriden" demek istiyor...) bir ses geliyo...Ulan bu necidir, kimdir diye pusa pusa yaklaştımkine, ne göreyim; gocca bir ayı! Yerden bir kütüğü kucaklamış, çamın birine dayamaya çalışıyo...
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
03:32
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Ayı Hikayeleri,
Osmaniye'den Hikayeler
13 Aralık 2010 Pazartesi
Çakal Yağmuru
Allah, hayırlı ömür bereketi versin; Sıtkı Keskin abimizi Osmaniyeli olup da bilmeyen yoktur sanırım. Sıtkı abi 60'lı, 70'li yıllarda orta okulda, dışarıdan din derslerine de girerdi. İşte bu derslerden birinde, talebelerine Allah'ın "bir"liğini anlatıyor. Çocukların daha iyi anlaması için de sözlerine hayattan bir örnek vererek devam ediyor: "Çocuklar, mesela şöyle düşünün ki; şayet Allah, bir değil de iki tane olsaydı ne olurdu? Biri yağmur yağdırırken, diğeri; "hayır, ben güneşi açtırmak istiyorum!" dese ne olurdu?" Sıtkı abi, bunları anlatırken farkında olmadan bir talebesinin gözüne öylesine dikkatle bakmış ki, çocukcağız Sıtkı
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
13:10
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye'den Hikayeler
12 Aralık 2010 Pazar
İçimden söyleyim derken...
Sene 1918'in sonu, ya da 1919'un başları olmalı. Yani, istiklâl savaşımızın başlamak üzere olduğu zamanlar. Mustafa Kemal Paşa, 11 gün süren Yıldırım Orduları Gurup Komutanlığını Nihat Paşa'ya (Anılmış) devredip İstanbul'a dönmüş, Nihat Paşa da, Mondros mütarekesi gereği, ordu terhis edilmeden önce bir taraftan silah ve cephaneyi Pozantı'ya taşıtmakta, bir taraftan da millî direnişi örgütlemek üzere Adana ve çevresi bölgelerin eşrâfı ile temas etmektedir.
İşte bu temaslar gereği, verdiği davetlerden birinde, Osmaniye'den de bir heyeti Adana'daki Kolordu binasında ağırlıyor. Osmaniye'den; Hacı Eroğlu, Palalı Süleyman Ağa, Hacı Hüseyin Efendi (Sezgin) ve şu an isimleri hatırıma gelmeyen eşraftan bir kaç isim daha heyet halinde Nihat Paşa'nın sofrasına konuk ediliyorlar. Nihat Paşa ise emrindekilere sürekli; "Aşçıbaşına söyleyin, şunu yapsın. Aşçıbaşına söyleyin, bunu da yapsın, Aşçıbaşına..." tarzında emirler veriyor.
Bu durum, heyetten Hacı Eroğlu'nun bilhassa dikkatini çekmiş olmalı ki, birden ortaya:
-"Vay ananı, arvadını! Na'ğadar (ne kadar) aşçısı var ki, bir de "başı" var!"
demesin mi?!..
Bu laf üzerine ortam tabiatıyla bir anda buza kesiyor!
Milletin gözü Hacı ağaya çevriliyor, Hacı ağa da yaptığı gaftan pişman bir vaziyette ve durumu izahın yine kendisine düştüğünün farkında olarak ister istemez mahçup bir şekilde yeniden söze girip:
İşte bu temaslar gereği, verdiği davetlerden birinde, Osmaniye'den de bir heyeti Adana'daki Kolordu binasında ağırlıyor. Osmaniye'den; Hacı Eroğlu, Palalı Süleyman Ağa, Hacı Hüseyin Efendi (Sezgin) ve şu an isimleri hatırıma gelmeyen eşraftan bir kaç isim daha heyet halinde Nihat Paşa'nın sofrasına konuk ediliyorlar. Nihat Paşa ise emrindekilere sürekli; "Aşçıbaşına söyleyin, şunu yapsın. Aşçıbaşına söyleyin, bunu da yapsın, Aşçıbaşına..." tarzında emirler veriyor.
Bu durum, heyetten Hacı Eroğlu'nun bilhassa dikkatini çekmiş olmalı ki, birden ortaya:
-"Vay ananı, arvadını! Na'ğadar (ne kadar) aşçısı var ki, bir de "başı" var!"
demesin mi?!..
Bu laf üzerine ortam tabiatıyla bir anda buza kesiyor!
Milletin gözü Hacı ağaya çevriliyor, Hacı ağa da yaptığı gaftan pişman bir vaziyette ve durumu izahın yine kendisine düştüğünün farkında olarak ister istemez mahçup bir şekilde yeniden söze girip:
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
00:54
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Osmaniye tarihinden...
10 Aralık 2010 Cuma
O kadar çok seviyorsan...
Abbasoğlu Mehmet, neslinin son örneği denecek kadar ilginç bir insandı. At hırsızlığının bir "beceri" sayıldığı, elinden bu türden işler gelmeyenlere, "ev geçindiremeyecekleri" düşüncesi ile kız verilmediği zamanlardan kalmış bir adamdı. Aynı zamanda da, gençliğinde iyi bir güreşçi olduğunu duyardık. Ölene kadar da atından ve ata binmekten vazgeçmedi. 5-6 yıl kadar önce de vefat etti. Allah rahmet eylesin...
Yazının başında da belirttiğimiz gibi, rahmetli, iyi bir güreşçi olması hasebiyle, zaman zaman, o zamanın zengin düğünlerine davet edildiği ve burada yaptığı güreşlerden de yüklü bahşişler aldığı olurmuş. İşte, bugünkü hikayemiz de, böyle bir düğünde geçiyor.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi, rahmetli, iyi bir güreşçi olması hasebiyle, zaman zaman, o zamanın zengin düğünlerine davet edildiği ve burada yaptığı güreşlerden de yüklü bahşişler aldığı olurmuş. İşte, bugünkü hikayemiz de, böyle bir düğünde geçiyor.
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
13:55
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Abbasoğlu
8 Aralık 2010 Çarşamba
"Olmaz Memmet!.."
Dünden söz verdiğimiz üzere, merhum Maskot Mehmet'in, kısa ama ne zaman aklımıza gelse, bizi çok güldüren bu ikinci hikayesini, okuyucunun da hoşgörüsüne sığınarak anlatmaya çalışacağız. Rahmetli, malûm, belediyede çalışıyor, yeni de evlenmiş. Evlenmiş ama henüz kendine ait bir evi de yok. Mecburen baba evinde kalıyor, yani ailesi ile beraber aynı evi paylaşıyor. Günler bir minvâl üzerine gelip geçerken, mevsim yaz-bahara dönüyor, rahmetli de, eşini köye; kayınbabasının yanına bırakıyor, bırakıyor ki, eşi de biraz ana baba hasreti gidersin, hem de ikisi için bir değişiklik olsun.... Yani artık bir nevi yaz bekârı. Yaz bekârı amma, daha ilk haftadan, hafta sonunu adeta iple çeker bir hale geliyor.
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
13:14
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Maskot Mehmet
7 Aralık 2010 Salı
Maskot Mehmet
Genç denecek bir yaşta rahmetli olan "Maskot Mehmet" Alhanlı'dandı. Zayıf, uzunboylu, dökük saçlı bir adamdı rahmetli. Şoförlük yapardı Hatta bir ara, 1970'lerin efsane Osmaniye Belediye Başkanı merhum Hasan Çenet'in makam şoförlüğünü yapmışlığı da vardır. Ne ise, biz gelelim sadede. Efendim, işte bu Mehmet abi, başta da söylediğimiz gibi, Osmaniye'nin hemen kıyıcığında bir köy olan (şimdi Yaveriye Mahallesi oldu...) Alhanlı'da ikâmet ederdi,. Bir gün, merhumun delikanlılığı zamanı, arkadaşları, neredeyse günaşırı, o zamanın gözde eğlence mekânı İskenderun/Soğukoluk yaylasında sabahlarken, Mehmet Abinin içi gitse de, kendi, "baba korkusundan" gidemiyor, arkadaşlarına eşlik edemiyor. Ertesi günü anlatılanları dinleyip dinleyip, iyice içine düşüyor, amma gel gelelim baba, hem dindar, hem de son derece diktatör bir adam olduğundan, bu durumu değiştirmeyi de gözü yemiyor! Arkadaşları da bu arada sürekli kendisini zorluyor; "olum, artık genç adamsın lan, neyden korkuyosun ki?!..Gel biraz gençliğini yaşa, hayatını yaşa!" deyip duruyor.
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
23:54
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Maskot Mehmet
6 Aralık 2010 Pazartesi
Sün Karabacak sün!
Anlatacağımız bu hikaye de her halde, en az yüz yıllık vardır. Osmaniye'den bir gurup abdal Cebel'e düğün "çalmaya" gidiyorlar. Artık aynı gün müdür, ertesi gün müdür, üç gün sonra mıdır orasını bilemiyorum amma düğünü bitirip Osmaniye'ye dönme vakitleri geldiğinde, gün ikindiye dönmek üzere... Yani? Yanisi şu: Dönüş akşam karanlığına kalacak ve bu sebepten önlerinde iki seçenek var; ya mezarlıktan geçip kestirmeden gitmek, ya da normal yolu kullanıp geceye kalmak. "Mezerlik"ten gitmek eyi amma işin içinde "goncalıs" (goncolos / hayalet) olmasa! İşte, bir kısmı diyor ki, daha vakti var, mezarlıktan geçiverip gidelim. bir kısmı da diyor; "get baba, nemize lazım, geceye de kalacak olsak düz yoldan gidelim!"
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
23:49
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Abdal Hikayeleri
Nedir bu milletin bu "MÜŞTERİ HİZMETLERİ"nden çektiği yahu!.. :))
Demirbank Müşteri Hizmetleri
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
07:20
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Videolar
Düziçili hemşehrilerim AVEA Müşteri Hizmetleri ile görüşüyorlar...
"Bize yardımcı ol bacı kele!.."
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
07:12
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Videolar
5 Aralık 2010 Pazar
Karcaş koca Maraş karcaş!
Yokluk yılları... Maraşın uzak dağ köylerinden birinde, askerliği dışında köyden hiç çıkmamış bir Mehmet emmi var. O kadar ki, artık yaşı ilerlemiş, yüzünü ihtiyarlığa dönmüş amma arada bir de olsun, ne kadar ısrar etseler, köyden dışarı adımını atmamış. Bir gün, köylüleri buna epey bir ısrar ettikten, kolundan tutup onu zorla da olsa Maraş'a götürmeye iknâ etmişler. Mehmet emmi de, ne kadar gönülsüz olsa, bu ısrarlar karşısında daha fazla direnemeyerek köylüleri ile beraber yola düşmüş. Epey bir zaman yürüdükten sonra Mehmet emmim, bir de bakmış ki, yerde bir şey parlıyor. Duruyor, eğiliyor ve o parlayan şeyi eline alıyor, şöyle bir inceliyor ki, bulduğu şey bir dikiş iğnesi! Etrafına bakınıyor, rahatlıyor. İyi! İğneyi bulduğunu gören kimse yok! Bulduğu iğneyi derhal ceket yakasının arkasına iliştiriveriyor ve kendine "hiç bir şey olmamış" havası vermesi gerektiğini düşünerek, yürümeye devam ediyor.
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
05:14
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
anonim,
Maraş Hikayeleri
4 Aralık 2010 Cumartesi
Zor Ali
Zor Ali, Osmaniye'nin mühim adamlarındandır.
Benim kendisini şahsen tanıma şansım olmadı ama onu bilenler, onun ne enteresan bir adam olduğunu iyi bilirler.
Efendim, Zor Ali, Osmaniye ve çevresinde mukîm Ulaşlı aşiretinin önemli ailelerinden Alibekiroğulları ailesine mensup bir zattır.
Ve merhum, her şeyi bilmesi ile tanınan, ileriye dönük ne söylese, o mutlaka çıkan ve her defasında insanları şaşırtan ilginç bir kişiliktir.
Ona dair anlatılan şu hikayeyi buraya nakletsek, ne demek istediğimiz zannederim daha iyi anlaşılacaktır.
O zamanlar, Zorkun yaylasının Dervişpınarı mahallinde bir kahvehane var. Bu kahvehanenin olduğu yerden de Dervişpınarı'na inen yol görünüyor. Yani, Dervişpınarı'a inen herkes, daha yolun başındayken o kahvehaneden görünüyor. İşte kahvehanedekiler de bu durumdan kendilerine bir oyun çıkartırlar ve yolun başından bir adam göründüğünde, hemen kendi aralarında tahmin yapmaya başlarlarmış. Biri dermiş ki, bu gelen Alhanlı'dan, diğeri dermiş ki, hayır, Gebeli'den vb. diyerek iddialaşır ve neticede yol kahvenin önüne kadar geldiğinden, gelen adama; "hemşerim, nerdensin?" diye sorup durumu açıklığa kavuşturur ve böylece kendilerince eğlenirlermiş.
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
04:50
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Zorkun Hikayeleri
3 Aralık 2010 Cuma
"Ben bunun anasını çok istediyidim..."
O sene, Ramazan ayı yayla zamanına denk gelmiş, millet orucunu Zorkun Yaylası'nda tutuyor. Tabii o zamanlar yaylanın camii şimdiki gibi değil, daha bir sade. Malûm, Teravih namazlarına kadınlar da gider ve namazlarını erkeklerden ayrı olarak ve genellikle camilerin üst, balkon şeklindeki ikinci katlarında kılarlar. İşte o zamanlar Zorkun Camii'nin de ahşaptan böyle bir balkonu vardı ama bu balkona epey bir zaman bir balkon korkuluğu yapmak mümkün olmamıştı. (Herhalde caminin yapıldığı zamanlar, ramazanlar yaza gelmediğinden korkuluk için ayrıca bir masraf yapılmasına gerek duyulmamış olsa gerek...) Korkuluk olmayınca da o sene Ramazan vesilesi ile bu balkonun önünü boydan boya savan, kilim vb. gibi bir örtüyle örtmüşler. Örtü adeta bir duvar gibi balkonu aşağıdan ayırmış.
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
02:36
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Zorkun Hikayeleri
2 Aralık 2010 Perşembe
Anlaşmamızda anaya arvada küfür etmek var mıydı lan?!..
Aradan çok uzun zaman geçti, hikayedeki şahısları sadece şahsen tanırdım. İsimleri ise aklımda kalmamış ama olay enteresan olduğu için hâlâ hatırımdadır. Bizim ortaokul çağlarında olduğumuz zamanlardı. Eskiler bilir, Osmaniye'de şimdiki Cumhuriyet Meydanı'nın yerinde Merkez Ortaokulu vardı. Ortaokulun da hemen bitişiğinde de Enver Ardalı'nın kereste dükkânı... Ya bu dükkânda, ya da oralarda bir yerlerde 20 yaşlarında, kafadan biraz çatlakça, iri yarı bir marangoz kalfası çalışırdı. Bu çocuk, ortalıkta her daim belinde bir keser sokulu olarak gezerdi. Bir de, tombalacılık yapan, hemen hemen o da o yaşlarda, bir oğlan vardı. Bir gün, işte bu tombalacı, şimdiki adı Atatürk Lisesi olan o zamanki Osmaniye Lisesinde okuyan bir kıza aşık oluyor. Tabii o zamanın aşkı ne olacak, karşıdan karşıya elmalı dağlar!
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
09:15
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
anonim
1 Aralık 2010 Çarşamba
"Benim verdiğim kanun teklifine karşı çıkacak adamın..."
Merhum Rıfat Çığ hocamızdan bir hikaye daha anlatmaya söz vermiştik. O sözümüzü bugün yerine getirelim:
Şimdi anlatacağımız hikaye, merhum Nihat Sezgin'in bizzat şahit olarak anlattığı bir hikayedir. Merhum diyor ki:
"Yaz günleri... Arkadaşım Muzaffer Alicik ve ben bekâr iki delikanlıyız. Hafta sonu, sıcaklardan bunaldık, Zorkun yaylasına çıkalım dedik. O zamanlar, şimdiki Orman İşletmesi Lojmanın bulunduğu tepede, ahşaptan yapılma, yanyana sıralanmış "bekâr odaları" vardı. Burdan bir oda kiraladık. Akşama kadar yedik içtik, gezdik tozduk, derken gecenin bir vakti odamıza geldik. Tam yatacağımız sırada, yan odaya 4-5 kişilik bir gurup geldi. Kafalarının da iyi olduğu belli. Yüksek sesle konuşup şakalaşıyorlar. Sesleri de tanıdık geliyor. Biraz dikkat edince anladım ki, bunlar bizim Rıfat Hoca, Alicik Dede Emmi ve bir kaç öğretmen daha...
Şimdi anlatacağımız hikaye, merhum Nihat Sezgin'in bizzat şahit olarak anlattığı bir hikayedir. Merhum diyor ki:
"Yaz günleri... Arkadaşım Muzaffer Alicik ve ben bekâr iki delikanlıyız. Hafta sonu, sıcaklardan bunaldık, Zorkun yaylasına çıkalım dedik. O zamanlar, şimdiki Orman İşletmesi Lojmanın bulunduğu tepede, ahşaptan yapılma, yanyana sıralanmış "bekâr odaları" vardı. Burdan bir oda kiraladık. Akşama kadar yedik içtik, gezdik tozduk, derken gecenin bir vakti odamıza geldik. Tam yatacağımız sırada, yan odaya 4-5 kişilik bir gurup geldi. Kafalarının da iyi olduğu belli. Yüksek sesle konuşup şakalaşıyorlar. Sesleri de tanıdık geliyor. Biraz dikkat edince anladım ki, bunlar bizim Rıfat Hoca, Alicik Dede Emmi ve bir kaç öğretmen daha...
Gönderen
Hikayeci: Vecihi Batmaz
zaman:
05:12
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Rıfat Hoca