22 Şubat 2011 Salı

"Kara Yüzbaşı"

1930, hatta 1940'lara kadar "at hırsızlığı", genç Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin önünde, başlı başına mücadele edilmesi gereken, ciddi bir asayiş sorunu olmaya devam etmiştir. Hatta o, hayvancılıktan başka bir geçim kaynağının olmadığı dönemlerde, bilhassa "at hırsızlığı", az sonra açıklayacağımız üzere, herkesin becerebileceği bir iş olmadığından, adeta bir "zenaat" olarak görülür olmuştur. Sebebi ise; atların çalınmasını önlemek maksadı ile atların ayaklarına "bukağı" (bir çeşit pranga) takılarak, ahıra öyle konulur olmalarıdır. Bu sebepten, at hırsızlarının işini zorlaşmış ve onları bu yüzden iki kişilik bir ekip kurmayıa mecbur etmiştir. Biri, bukağının ortasındaki kilidi açarken, diğeri, bu esnada atın başına yuları geçirebilmelidir. İşte, bu yüzden derler ki; meşhur bir at hırsızı, ölüm döşeğinde iken sormuşlar: "Bu dünyadan artık göçüp gidiyon, bir diyeceğin yok mu!..?" Adam, durmuş durmuş, ellerini zar zor iki yana açarak : "Ne deyim ki? Ben bukağıyı açana kadar, atın başına yuları geçirecek bir arkadaş bulamadım da ona yanarım!" Yani anlaşılan, o dönemde de "kalifiye" adam sıkıntısı had safhada!.. Neyse, böylece; bukağıının bile at hırsızlığını önleyememesi ve bilhassa Osmaniye ve çevresinde at hırsızlığının had safhaya ulaşması üzerine, (1930'ların ortaları olsa gerek) dönemin hükümeti Osmaniye'ye olağanüstü yetkilerle teçhiz ettiği bir Jandarma komutanı gönderiyor. Komutan, "sürgün yetkisi" dahil (ki, o dönemde, Osmanlı'da olduğu gibi, sürgün yerlerinin başında Antalya ve Bodrum gelirdi...) daha bir çok yetki ile teçhiz ediliyor... Derken, bu yüzbaşı Osmaniye'ye gelip, görevbaşı yapıyor...


O zamanlar hükümet binası, şimdiki çifte petrollerin hemen arkasında, Haktan'ların Bellona mağazasının yerinde... Komutan, çok sert yapılı, karayağız bir insan. Halk da bu yüzden ona; "Kara Yüzbaşı" adını takıyor. "Kara Yüzbaşı", kendisine "hoşgeldin" ziyareti yapmak isteyenlerin bu isteklerini geri çeviriyor ve: "Ben buraya kimsenin misafirliğine gelmedim!" diyor. Derler ki, komutanın bu tavrına rağmen birisi, önden komutana bir çitil yoğurt yollamış, arkasından da kendi teşrif(!) etmiş de, komutan kapısında bekleyen bu adamı makamına aldırarak, hiç bir şey söylemeden masasında duran yoğurt çitilini adamın kafasından aşağı boca edivermiş! İşbu sebepten de artık kimsecikler kendisine yanaşamaya cesaret bulamaz olmuş...


"Kara Yüzbaşı", gecikmeden icraata geçmiş ve derhal Osmaniye çarşısına "dellal"(Tellal) çıkararak şöyle ilân ettirmiş: "Hiç kimse bugünden itibaren atının ayağına bukağı vurmayacaktır! Vuran olursa cezasını görecektir. Şayet buna rağmen atı çalınırsa da bedeli ödenecektir!" Emrin kat'iliği ve amirin sertliği karşısında ahalinin buna uymaktan başka çaresi kalmamış... Derken, üç beş gün sonra, yaşlı bir amca, Kara Yüzbaşının kapısına gelmiş, dayanmış! Demiş ki: "Komutan, sen böyle böyle demiş idin, ben de emrine uyarak atımın ayağına bukağı vurmadım! Amma velakin atımı çaldılar!" Adamın bu sözü üzerine, Kara Yüzbaşı:"Atının değeri nedir?" diye adama sormuş. Adam da; "yüz kâhat eder idi..." deyince, Kara Yüzbaşı elini cebine atmış, cebini karıştırmış amma cebinden bir yüz lira çıkaramamış. Aynı binada görev yaptıkları Kaymakam Bey  de o sırada yanlarında imiş... Kara Yüzbaşı, bu sebebten Kaymakam beyden yüz lira borç alarak at sahibinin avucuna saymış ve parayı verirken de: "Bu parayı bir hafta harcama! Eğer bir hafta içinde atını bulamaz isem para senindir!" diyerek, tembihatta bulunmuş... Adamı böylece savdıktan sonra da derhal işe koyulmuş!

Ne yapmış derseniz, Osmaniye'de bu işlerden haberdar olduğuna inandığı üç kişiyi derhal jandarma dairesine getirtmiş ve bunlara şöyle demiş:

-"Bir hafta içinde bu atı bana ne edip edip bulacaksınız! At bulunana kadar da burdan bir yere ayrılmayacaksınız! Kimi isterseniz çağırtayım, ne soracaksanız sorun, nereye haber salacaksanız deyin bana salayım!"

Adamlar bakıyor ki, durum ciddi!.. Birbirlerinin gözüne baktıktan sonra biri diyor ki:

-"Komutan Bey, bize bir saat kadar bir müddet ver, kendi aramızda bir "Bozdoğan Müşavarası"(müşaveresi) yapalım da, diyeceğimizi ondan sonra diyelim!"

Bunun üzerine Kara Yüzbaşı bunlara bir oda göstererk: "Geçin şuraya o vakit!" diyor ve bunun üzerine bu üçü odaya girip kapıyı kapatıyorlar.

Bunlar, bir saat kadar odada indirip kaldırdıktan sonra dışarı çıkıyorlar ve dışarda kendilerini bekleyen Kara Yüzbaşıya: "Vallaha Komutan, senin bu işi bilse bilse Kadirli'den Yakup Ağa bilir, hele bir ona sorak!" diyorlar. Bunun üzerine Kara Yüzbaşı, derhal Kadirli jandarması ile irtibata geçerek bu Yakup ağayı derhal Osmaniye'ye celb ettiriyor! Bunların dördü başbaşa verip; "şuydu, buydu, şurası idi, burası idi, falanı çağıralım, filânı şuraya gönderelim..." derken, olayın üçüncü ya da dördüncü günü bir haber geliyor: "O at, Göksun'un filânca köyünde, falan adamın ahırında bağlı, gedin alın!" Bunun üzerine, derhal Göksun jandarması devreye sokuluyor ve at verilen adreste yakalanıp, Osmaniye'ye getiriliyor, Kara Yüzbaşı da parayı kurtarıyor! Neticeten, bu hadiseden sonra Osmaniye ,asayiş bakımından daha bir berkemâl hale geliyor.

İşte, elinden iş gelen adamın gözünü seveyim! Yeter ki, istensin, yeter ki, görevini hakkıyla yapan adamlara görevi ile mütenâsip yetki verilebilsin!..

-----

NOT: Kesin bir bilgi olmamakla beraber, bu "Kara Yüzbaşı"nın, 12 Eylül döneminde başbakanlık yapan emekli Oramiral Bülent Ulusu'nun babası olduğu söylenir...

0 yorum:

Yorum Gönder