15 Şubat 2011 Salı

"Et degil, kemik degil..."

Yazdığımız hikayeleri daha önce bir yerlerde not etmemiş olduğumuzdan, bir sıralama içinde yayınlayamıyor, aklımıza geldiği an yazdığımız için de, ister istemez daldan dala atlamak durumunda kalıyoruz. Memleket, -güzel Anadolu'muzun diğer her yeri gibi-bereketli olunca da, birbirinden güzel yemeklerin dolu olduğu bir sofraya oturan aç adamlar misali, bir ondan, bir ötekinden atıştırıp duruyoruz ister istemez...

Bu peşrevden sonra gelelim bugünkü hikayemize:

Efendim, "Reşit Ali" de güzel Osmaniye'mizin renklli simalarındandı. Dışardan baktığınızda, giyimi ile kuşamı ile, elindeki incecik bastonu, yakasından eksik etmediği karanfili ile, hele ki, eski zaman usulü; o beyaz bıyıklarının ucu zarif bir şekilde yukarıya kıvrılmış haliyle ve de hele başındaki hasır fötrün zerafetini tamamladığı ince ve zarif bedenini örten temiz takım elbisesi ve kravatı ile tam bir Fransız-İtalyan karışımı mirasyedileri andırırdı. En yakın arkadaşı ise merhum kasap Müslüm'ün oğlu merhum kasap Yılmaz'dı...

İşte, bugünkü hikayemiz de kasap Yılmaz'ın Zorkun'daki dükkanında geçiyor.


Kasap Yılmaz, o günkü işlerini bitirmiş, babası Müslüm ile hesabı görmüş, tezgahı toplamış, "löküsü" yakmış (gaz yağı ile çalışan, pompalı, gömlekli lüks lambası...Malûm o zamanlar Zorkun'da elektrik yoktu...), gündüzden aldırdığı bir büyük rakıyı Reşit Ali ile dükkanın arkasında içmeye hazırlanıyorlar...

Reşit Ali, sabırsız. Şişeyi eline alıyor, kapağını açıp rakıdan bir fırt çekmeye hazırlanıyor ama o da ne?!.. Biraz önce gitmesini sabırsızlıkla bekledikleri kasap Müslüm, pat diye çıkıp geri gelmiyor mu!..

Ali Dayı, alelacele, rakının kapağını yarım yamalak kapatıp, şişeyi az ilerdeki ahşap direğin dibine daradar ancak saklayabiliyor. Zira, kasap Müslüm, dükkanında rakı içtiklerini bilse bunları alimallah duman eder. Neyse, Reşit Ali, güç de olsa rakıyı direğin arkasına saklayabilmiş olmasına dua eder bir vaziyette, Müslüm efendinin yüzüne zoraki gülümseyerek bir an önce onun gitmesini bekliyor.

Müslüm efendi ise oğlu Yılmaz'a; ertesi günkü kesilecek hayvanlarla ilgili bir şeyleri sordukça soruyor...

Bu arada ise, nereden peydah olduğu bilinmez bir kedi dükkana giriyor ve doğruca Reşit Ali'nin direk arkasına gizlediği rakı şişesinin yanına sokuluyor ve başlıyor mu şişeye sürtünmeye!..

Durumu gören Reşit Ali'yi alıyor bir telaş! "Pıssst" dese olmaz "kışşşt" dese hiç olmaz!..

Derken, şişeye sürtünüp duran kedi, sonunda şişeyi deviriyor, allahtan dükkanın zemini toprak da, şişenin sesi çıkmıyor. Çıkmıyor amma, şişenin ağzı tam kapalı olmadığı için de, şişenin içindeki rakı ufak ufak dışarı akıyor. Kedi ise hâlâ şişenin başında!..

Müslüm Efendi de hâlâ yarınki kesimin derdinde, konuşuyor da konuşuyor! Gittiği yok, gideceği yok, oysa rakı da ufak ufak toprağa akmakta!

Reşit Ali'ye sorsanız, akan rakı değil sanki kendi kanıdır!

Allahtan ki, dükkandaki et ve sakatat kokusu, rakı kokusunu bir nebze olsun bastırıyor! Kedi ise hâlâ şişe ile oynamakla meşgul! Reşit Ali'nin canı ise "rakı zayiatı"na fena yanık! 

Dayanamaz oluyor ve kediye hitaben, yanık bir sesle: "Hey ananı, arvadını hayvan! Et degil, kemik degil, ne istersin şişeden!" deyiveriyor!..

Bunun üzerine kafayı kaldıran kasap Müslüm; "ne o Reşit ağa, bir şey mi dedin?!.." deyince, Reşit Ali, iç çekerek: "Yok be Müslüm aga, efkârlandım da birden, söylendim kendi kendime işte!.." diyor.

"Sonrası?" derseniz de, onu bilmem ama şunu bilirim ki, "yeter ki, kısmetten çıkmamış olsun" bir şeyler!.. "Ete, kemiğe düşkün olması gereken kediler" bile kısmetinizi engellerler...

Hadi, kalın sağlıcakla...

0 yorum:

Yorum Gönder