23 Haziran 2011 Perşembe

"Dışlığım gelmedikçe, ufak ufak atıyordum..."

Şimdi size, bizim hocalarımız en çok neyi ile meşhurdur desek, eminim ki, hiç düşünmeden "yemeleri ile..." dersiniz, böyle derseniz de, yanlış bir şey söylemiş olmazsınız. Bunun hikmeti sebebi nedir, bu niye böyledir, orasını en iyi Allah bilir, lâkin bunda hakikat payı olmadığını da kimse inkâr edemez. İşte bugünkü anlatacağımız hikaye de bu umumi kanaati destekler bir mahiyettedir.

Osmaniye'nin yerli ailelerinden, bugün "Akbaş"lar olarak bilinen aileye, ailenin büyüğü olan Kürevi Müftü efendiden dolayı, eskiler "Kürevi Müftüler" derler. Kürevi Müftü, zamanın değerli hocalarından biri olarak, Hacı Hüseyin Efendi'nin (Sezgin) teşviki ile Osmaniye'ye yerleşmiş muhterem bir zattır. İşte bu Kürevi Müftü, bir gün (1926 ya da 1927 yılı olmalı) Hacı Hüseyin Efendi'nin oğlu Arif'e Andırın eşrafından Yaycıoğlu'nun kızını istemek üzere atlarla yola çıkacak bir heyete dahil oluyor ve 10-15 kişilik bir gurup olarak yola çıkıyorlar. Sadede tez gelmek için sözü uzatmazsak, bir kaç günlük yol katedilip, kız isteme faslı sağ salim tamamlanıyor ve bunlar tekrar yola koyulmaya hazırlanıyorlar. Yaycıoğlu da, kendi şerefine yakışır bir ağırlamanın ardından, yolluk olarak hazırlattığı yiyecek içeceği bunların atlarına yerleştirtiyor ve heyet böylece Osmaniye istikametine doğru yola koyuluyor. Epey bir müddet yol gittikten sonra öğle üzeri bir su başına varıyorlar. Hem biraz dinlenmek, hem de öğle yemeklerini yemek üzere atlarından iniyorlar. Herkes, atlarına yüklenmiş yiyecek sepetlerini bir bir indirirken, içlerinden biri Kürevi Müftü'ye sesleniyor:


-"Müftü Efendi, koyarlarken gördüm, senin atta bir sepet içli köfte olacaktı. Onu da indirsen de bir yesek!.."

Müftü Efendi önce biraz tereddüt etse de, atının terkisindeki heybeden gönüllü gönülsüz sepeti çekip çıkarıyor ve sofraya koyuyor. Fakat ortada bir terslik var!.. Sepetin ağzına bağlanmış olan örtü kaldırılınca görülüyor ki, sepetin dibinde sadece üç beş köfte var!.. Bu durumu gören heyettekilerden biri Müftü efendiye dönerek:

-"Bre gözünü sevdiğim Müftü efendi!.. Bunlar, bir sepetin dibine üç beş köfte koyup bizi öylece savacak adamlar değiller. Ben bilerek, bu sepet ağzına kadar içli köfte ile dolu idi. Öyle ise gerisi nerede bu köftelerin?!.." .

Anlaşılan, adamcağız Müftü efendinin atında içli köfte olduğunu bilirmiş de, onları bir su başında yemenin hayalini kurar dururmuş. Sepetin içine baktığında gördüğü vaziyet karşısında deliye dönmesi de işte bu sebepten!..

Kürevi Müftü ne yapsın?!.. Durumu izah etmenin münasip bir yolunu arıyor, kendi zimmetine verilmiş sepetteki köftelerin âkibeti hususunda geçerli bir mazeret bulabilir miyim diye düşünüyor, düşünüyor amma nafile! Sofrada köfte bekleyen gözlerdeki kızgınlığı görünce gerçeği söylemenin en doğru bir karar olacağını anlamakta gecikmiyor. Öyle ise, en doğrusu lafı dolandırmadan hakikati söylemek ama bunu söylerken de kabahatini hafifletebilecek en doğru cümleyi bulabilmek gerekiyor. O da öyle yapıyor:

-"Vallahi, dışlığım gelmedikçe elimi sepete sokup, ufak ufak atıştırıyordum amma nereden bileydim ben bunun böyle olacağını?!.."

* * *

Kıssadan Hisse: Dışlığınızın gelmediği (canınızın sıkıntısına çare bulamadığınız) zamanlarda elinize hakim olun!.. :)))

------------------------------------

NOT: Bu hikayede yaşanan ikinci bir hadise daha var ki, tarihe not düşmek bakımından onu da bu vesile ile burada zikredelim. Andırın'a gidilirken, yolları üzerinde bulunan ve "Çoban Kâhya" olarak bilinen, Kadirli havalisinde tanınmış bir kişinin obasına misafir oluyorlar. Hayvancılıkla uğraştığına ve çadırda yaşadığına göre "Yörük" olması muhtemel olan bu Çoban Kâhya (Çobankâa), misafirlerine büyük bir izzet ve ikram gösteriyor ve bu on onbeş adamın her birine tertemiz döşekler serdirerek onları yatırıyor. Herhalde bizimkiler de latife olsun diye adamın üstüne biraz fazla gitmiş olmalılar ki, Çoban Kâhya bunları uğurlarken:

-"Bu ettiğiniz misafirlik olmaya misafirlik değil de adam sınama amma Allah'ın izni ile biz de altında galmadık, galmayız!.."

demekten kendini alamıyor...

Bu seyahatten geriye kalan diğer bir hadise ise, dönüşte Osmaniye'ye girerken, ikindi vaktinin girmesi üzerine namazlarını kılmak üzere durdukları bir yerde, heyette bulunanlardan "Topal Hacı Ahmet Ağa" (Kılıç), namazını kılıp, selamını verdikten sonra, bir müddet oturduğu yerden etrafı dikkatlice seyrediyor. Onun bu halini fark eden Hacı Hüseyin Efendi, yanındakilerden birine şöyle diyor:

-"Hacı Ahmet Ağa, buraları alır yakında, bakın görün..." diyor.

Hakikaten de, bir müddet sonra Hacı Ahmet Ağanın oraları  (devletten) üstüne yazdırdığı haberi duyuluyor. Orası neresi derseniz, şimdiki Kurtuluş Camii civarı ve "Nahar Yolu" olarak bilinen cadde ve civarıdır. Niye "devletten" diyerek parantez açtın diye sorarsanız da, "emlak vergisi", o zamanlar devlet  için önemli bir gelir kalemi. Ayrıca, "arsa" lafı o zamanlar yok, ya "tarla" var, ya da "bahçe"!.. Ve o sıralar da muhtarlarla iyi geçinmek vatandaşın kendi menfaati icabı!.. Zira, muhtar, kafasını bozan biri için; "şurasını filanca şahıs ekip biçmektedir" diye bir zabıt tutsa, derhal orası o vatandaşın üzerine tapulanır ve ardından  "emlak vergisi" tahakkuk ettirilir de vatandaş öldüm Allah bir daha yakasını kurtaramazmış... Bunu da böylece belirtmiş olalım...

Haydi kalın sağlıcakla...




0 yorum:

Yorum Gönder