1 Haziran 2018 Cuma

Tanrı'nın bir acaip işi...



Evliya Çelebi malûm, 1600'lü yıllarda Osmanlı teba'ası altında yaşamış bir Türk seyyahı, gezgini..
Bu seyahatleri esnasında kayda geçirdiği notları, daha sonra kitaplaştırılmış ve bu notlar o devire ait memleketin dört bir yanından haberler veren önemli tarih kaynakçası olmuş durumda.

Bendeniz de geçenlerde onun bu kitaplaştırılmış bu notlarını karıştırırken ilginç bir hikayeye denk geldim ve sizlerin de dikkatini çekebileceğini düşünerek, bunu siz kıymetli okurlarımla paylaşmak istedim. Yani diyeceğim o ki, ben de Evliya Çelebi'nin yalancısıyım ve de dileğim o ki, inşallah okuduğunuza değer.

Öyle ise haydi başlayalım ve sözü kendisine bırakalım:

Tanrı'nın bir acaip işi:


Bu Karahisar şehrinin bir berber dükkânı önünde bir çocuk gördüm.
Babası yanında durup gelen ve gidenlere ihtiyaç belirtip o küçük çocuk için sadaka ister.
Ama o masum tahminen sekizinde ve dokuzuna ancak vardı.
Yüce Yaratıcı gücünün hikmetini göstermek için bu çocuğa bir baş vermiş ki Âd ve Semûd kavminden beri öyle bir baş meğer Akkirman'da Salsal'ın başı yaratılmış ola.
O kadar büyük baştır ki sanki Adana kabağı, Van lahanası ve husrevanî küp kadar var.
Boynu o kadar incedir ki sanki kol kalınlığıdır.
Bu ince boyun bu lahana kafayı tutmaya gücü yetmediğinden iki adet çatal çubuğun çatallarına keçeler sarıp masumun kellesinin iki tarafına çatal ağaçları destek edip dayamışlar.
Ağaçların uçları demir temrenli yere saplamışlar.
Çocuğun kellesini a çatal ağaçlar zapt eder.
Yoksa hiç bir şekilde o devletli başı o ince boynun tutması mümkün değildir.
O çocuk ensesini berber dükkânına dayayıp geleni geçeni seyr edip tebessüm etmektedir.
Bu kelleye kellepuş, kalpak, papak, sarık ve kavuk olmadığından dokumacılarda dokunmuş bir tür at çulundan dokuyucu işi bir çeşit at torbası gibi çuldan başına bir takke etmişler.
Tâ bu mertebe kazan kadar kellesi var.
Kaşları iki parmak enli ördek zülüfü gibi büklüm büklüm siyah kaşı tâ kulaklarına dek varmış. Kulakları yine insanoğlu kulağı gibi ama Kürt kavmi çarığı kadarlar.
Ve gözleri; ügü kuşu (baykuş) gibi yuvarlak elâ gözleri var, gayet büyüktür.
Ve kirpikleri, tir-i müjgân gibi siyah kirpikleri var.
Ve burnu, asma bir çeşit burnu var ki sanki Mora patlıcanı kadar var.
Nefes alıp verdikçe sakağı olmuş beygir burnu gibi burnunun kılağları varıp gelirdi.
Ve ağzı o kadar geniştir ki ağzını açsa bir karış açılıp bir küçük karpuzu ağzına atıp yerdi.
Ama Tanrı'nın hikmeti yine otuz iki dişi vardır.
Lâkin iki dişi dudaklarından aşağı üst çenesinden sarkmış, iki tane de aşağı çenesinden yukarı dudağından dışarı çıkmış dişleri var.
Dördü de sivri, keskin dişlerdir. Ve dudakları kızıl renklidir ama gayet iri dudaklardır.
Daima ağzından salyası akar ve daima halka güle güle bakar.
Tatar ve Kalmaklar gibi büyük yüzü var.
Saçı kıvrak Arap zülüfleri gibi kıvırcık saçlıdır.
Kolları ve göğsü yine sekiz yaşında masum gövdesi gibidir.
Ama parmakları incecik ve ayakları nane çöpü gibi bir masum idi.
Âyet: "Allah ne dilerse yapar" [Allah dilediği gibi (izzetiyle) hükmeder] [İbrahim, 27].

***

Hakir bu masumu görünce hayretler içinde kalıp çocuğun babasına sordum;

-"Ey peder! Bu masumun annesi sağ mıdır?" dedim.

-"Evet hâlâ hayattadır ve yine hâmiledir" dedi.

Hakir;

-"Eğer hâmile ise karnındaki kardeşini bek bağlan, belki annesinin masdanndan müddeti tamam olmadan düşe. Zira böyle kelle ile masdardan çıkınca haylice çirkin masdar olmak var" dedim.

Babası meğer ârif imiş.

-"Oğul! Cevabını anladım. Muradın latifedir ama annesi bu masumu doğurduğunda aslâ haberim olmadı. Acısız, sancısız ve zahmetsiz, larkkadak doğurdum' diye hamd eder" diye masumun babası annesinin ağzından bu şekilde aktardı.

Hakir;

-"Canım baba! Bu ne hikmettir ki insanoğlunda böyle kelleli, bu acaip çehreli, dişli ve başlı insanoğlu bu yakın zamanlarda yaratılmamıştır. Ya hiç tahminin var mı ki böyle evlat sulbünden vücuda gelmiştir" dedim.

Zarif herif:

-"Vallahi oğlum! Bir gün bu masumun annesiyle dağa odun kesmeye gittiğimizde erkeklik hâlidir, erkeklik duyguları galeyana gelip ehlim ile dağda bir güleş edip, ehlim beni ben ehlimi yenip can sohbeti ettik. Ehlim altımdan kalktıktan sonra büyük bir ağacın altında dinleniyordu. Ben odun keserken hemen ehlim bir feryat içinde bağırıp çağırarak kaçıp yanıma geldi. Onu gördüm, başı uzun çam ağaçlarıyla beraber, başı büyük, kolları çınar parçası gibi, uzun zekeri elinde bizi kovalamaya başladı, biz de kaçarak evimize geldik. Ehlim bir ay korkusundan hasta oldu. Günden güne karnı şişip hamileliği belli oldu. Tam bir seneden sonra bu masum, dünyaya bu şekiller ile geldi. Günden güne başı büyümededir. Hâlâ dokuz yaşındadır. Bundan başka ne hâl olduğunu bilmedik. Annesi ise: 'O herifi görüp nefesi nefsime geldiğinden gayrı bilmem ne hâl oldu'..." 

diye başlarından geçeni ve ehlinin gül-fâmmdan geçeni bu tabir ile anlattı.

Hakir ise:

-"Ey imdi baba! înşaallah bu masum büyüdükçe kellesi büyürse seninle bu evlâdını İstanbul'a götürelim, bütün vezirlere, vekillere ve devlet büyüklerine seyr ettirelim. Bir yılda iki bin kuruş senin ve iki bin kuruş benim" dedim.

Bu şekilde adama şaka edip bu masumu böyle seyr ettik, vesselam.

* * *

Ben hakir de "hikmetinden sual edilmez" deyip, hikayeyi burada noktalayayım.

Başka bir hikayede buluşmak dileği ile, hoşçakalın...

* * *

Kaynak: (Evliya Çelebi Seyahatnamesi  Cilt: II, s.158,)

0 yorum:

Yorum Gönder