31 Mart 2013 Pazar

Ah şu bizim bankacılar...


Bankacılık, bana göre dünyanın en meşakkatli mesleklerinden biridir. Çünkü, bankacı para işiyle uğraşan adamdır. İyi bir bankacı için iyi bir müşteri, "mesleği ve kişiliği nasıl ve ne olursa olsun, yeter ki parası çok olsun" şeklinde tanımlanabilir.

Onun işi böyle adamlarla arayı iyi tutmak ve onların parasını bankasına kazandırmaktır. Bunun böyle olduğunu bir çocuk dahi bilir ve bu adamların toplum içinde muteber bir yerleri ve meslekleri olmasa dahi, bankacıların onlara gösterdiği itibar ve yakınlık bu yüzden çok da kınanmaz.

Bu durumu böylece tespit ettikten sonra şimdi hikayemizi anlatmaya geçebiliriz.

Çiftçilik, malûm çok riskli bir meslektir. Hava, tohumun zamanında ekilmesine müsaade edecek, yağmuru zamanında yağdıracak, mahsülü doluya vurdurmayacak  ve hasat zamanında, mahsülünü kaldırması için çiftçiye müsaade edecek. Bütün bunların hepsi tamam olsa, yine yetmez, çıkan mahsülü para da edecek ki, işte ancak o zaman çiftçinin yüzü gülecek!..

İşte Kara Rıfkı lakabıyla maruf merhum amcamız da çiftçi olduğundan ve yukarıda saydığımız şartlardan hemen her sene biri ya da bir kaçı eksik kaldığından, her çiftçi gibi o da ömrü boyunca bir türlü oh diyememiş ve borçtan harçtan yakasını bir türlü kurtaramış biriydi.

Hele birinde, bir kaç sene üst üste kötü giden mevsimler sebebi ile iyice sıkıntıya girmiş, üst üste nice "senet kırdırmış"(*) fakat gelen senenin de kötü gelmesi üzerine, artık bankalar da kendisinden iyice yüz çevirmiş, çiftlik sahibi ağa bir adam olarak banka müdürlerinden gördüğü itibar giderek eksilmiş, müdürler giderek onu görmemezlikten gelmeyi tercih eder olmuş...

14 Mart 2013 Perşembe

Bas dayı, biz de atlarık!..


II. Dünya savaşından hemen sonra (sene ya 1946, ya da 1947 ve aylardan da Kasım olmalı), merhum Rıza ve Nihat Sezgin Ankara'daki bir acentadan, o zamanın parasıyla 11.000 TL.ye bir Land Rover cip alıyorlar. O zamanlar "şoförlük" de başlı başına mühim ve kıymetli bir meslek olduğundan, cipi Osmaniye'ye kadar getirmek üzere oradan bir şoförle 200 TL.ye anlaşıyorlar. Ve neticede cip bu şekilde sağ-salim Osmaniye'ye kadar gelmiş oluyor.

Bu arada cipin gelmesini merakla bekleyen biri daha var: Fikret Besen. (Fikret amcamız aynı zamanda; biz Osmaniyelilerin medar-ı iftiharı olan sevilen sanatçı Ümit Besen abimizin de babasıdır.) Rıza Sezgin'le akrabalığı da bulunan ve o yıllarda daha 16-17 yaşlarında genç bir delikanlı olan Fikret Besen, arabalara, makinalara, motorlara da son derece meraklı biri. Bunlar nasıl çalışır, nasıl gider hep merak edip duruyor.

Ne ise, soğuk bir Kasım gününün akşam üzeri cip Osmaniye'ye gelince Rıza amca, büyüklerin; "amansın, yamansın, sen daha acemisin, yapma, etme!.." sözlerine pek kulak asmadan ve cipin etrafında dört dönmekte olan Fikret Besen'i de yanına alarak cibi denemek üzere "şöyle bir dolaşmaya" çıkıyor. Çıkıyor ama; "gidiş o gidiş!.." dedikleri hesap, aradan saatler geçtiği halde, bunlardan bir haber gelmiyor.