27 Ocak 2012 Cuma

Ben günde 40 defa...


Mekânımızın müdavimleri, Şükrü abiyi daha önce yayınlamış bulunduğumuz bir kaç hikayesinden mutlaka bilirler. Bu abimizin bir özelliği de, bekâr evinin de gönlü gibi her daim herkese açık olmasıdır. Bu yüzden de evinden misafiri, başından sıkıntısı eksik olmaz. Lâkin, bu misafirler içinde, misafir olma özelliğini çoktan yitirmiş olması gerekenler de vardır ve bunların en başında da Muhtar abimiz gelir. Ama Şükrü abimin ata-dede terbiyesi ile yoğrulmuş karakteri, Muhtar abimizi misafirlik statüsünden alaşağı etmesine bir türlü müsaade etmez. Bu sebepten, her ne kadar, her evine gelişinde Şükrü abime şöyle bir dokunup, onu sövdürüp saydırmadan duramasa da, o yine de misafirdir ve her şeye rağmen Şükrü abimden hep bir misafir muamelesi görür.

Şimdi, bu Muhtar abimiz, geçenlerde, yengemizin de şehir dışında olmasını fırsat bilerek; "bugüne kadar hep biz sana misafir olduk, yarın da sen bize gel abi..." diyor ve Şükrü abimizi, evine, sabah kahvaltısına davet ediyor. Muhtar abimden o güne kadar böyle bir teklif almamış olan Şükrü abim, bu teklifin altında mutlaka bir puştluk vardır diye düşünmeden edemiyor. Muhtar abim ise teklifinde ölesiye sebatkâr ve bir o kadar ısrarcı, lâkin ısrarın dozu arttıkça, Şükrü abimin içindeki şüphe de buna paralel artmakta. Bakıyor ki, ısrarın haddi hesabı yok, Muhtar abime dönerek diyor ki:

"Bak olum, madem beni davette bu kadar ısrarlısın, öyleyse sana önce bi fıkra anlatayım:

23 Ocak 2012 Pazartesi

Osmaniye'de şehit düşen Saim Bey...


Bir önceki konumuzda hikaye ettiğimiz Osmaniye'nin kurtuluşu hakkındaki hatıralara, bugün bir yenisini daha; Osmaniye'de şehit düşen Saim Bey'in hatırasını da ekleyelim.

Ali Şahinoğlu bey, Yeni Adana Gazetesi'nin internet sitesindeki 4 Mart 2009 tarihli, "ŞEHİT SAİM BEY" başlıklı makalesinde, Saim Bey'in aslen Kozanlı olduğunu ve tanınmış bir aileye mensup bulunduğunu ama yetim bir çocuk olarak büyüdüğünü söylüyor.

İstanbul'da Hukuk  tahsilini tamamladıktan sonra vatan borcunu ödemek üzere "ihtiyat zabiti" (yedeksubay) olarak askere yazılan bu ateşli ve cevval (hareketli) genç, I. dünya savaşının patlak vermesi ile, vatanperverane bir şekilde cepheden cepheye koşturuyor. Evvela Kafkas cephesinin ileri hatlarında, daha sonra da Kars ve civarında, emrindeki kıta ile beraber önemli hizmetler görüyor.

Harb-i umumi'de (genel harpte) yenilmemiz ve ordularımızın dağıtılması (lağv edilmesi=mevcudiyetinin sona erdirilmesi) üzerine de, terhis edilerek memleketi olan Kozan'a dönüyor. O sırada Çukurova bölgemize de "Kilikya" adı verilerek, yabancıların çizmeleri altında inim inim inletiliyor. Bu duruma tahammül edemeyen bir çok vatansever gibi, Saim Bey de, bu duruma tahammül gösteremiyor ve bu vaziyete karşı takındığı tutum ve davranışları kısa zamanda Fransız işgal kumandanı "Yüzbaşı Tayarda"yı rahatsız etmeye yetiyor. Tabiatı ile, bunun sonucu olarak da "Kilikya" sınırları dışına çıkarılıyor.

Bu hâl karşısında, beş parasız bir vaziyette İstanbul'a gitmekten başka bir yol bulamayan Saim Bey, oralarda daha fazla duramayarak tekrardan ama gizlice Torosları aşarak yeniden memleketine dönüyor ve burada teşkil edilmeye başlanmış olan Kuvai Milliye teşkilatına yazılıyor. Gittikçe büyüyen bu Kuva-i Milliye hareketi, nihayet Fransızları, anlaşma yoluna gitmeye ve Kozan'ı tahliye etmeye (boşaltmaya) mecbur ediyor. Bunu fırsat bilerek, aynı teşkilattan olan Tufan Bey ile birlikte ortada bir çıban başı gibi duran "Haçin" kazasını da düşmandan temizleyen Saim Bey, buradan yeni görev yeri olan Osmaniye'ye intikal ediyor.

10 Ocak 2012 Salı

"Erzinli Bekir"den Kurtuluş Savaşımıza dair bir Osmaniye hatırası...


Tarihimizi bilmek ve onu bilip anlamak, aslına bakarsanız hepimizin boynuna bir borçtur. Her gelen nesille beraber biraz daha ötelenen ve bu sebeple de giderek unutulan geçmişimizi doğru ve sağlıklı olarak yeni nesillere aktarmak işi, en azından neredeyken nerelere geldiğimizi anlamak ve eski hataları yeniden tekrar etmemek adına herhalde önemli bir iştir. Bunları söyledikten sonra, daha önce de "İstiklâl Harbinde Osmaniye" başlığı ile, tarihimize hem bir katkı ve hem de kimilerine belki bir ibret olur diyerek anlattığımız Osmaniye'nin kurtuluş savaşı esnasında yaşanmış kimi hadiselerine ilave olarak, bugün de küçük bir anıyı daha burada sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kendisini bizzat tanıma şansı bulduğum "Erzinli Bekir" adı ile maruf merhum Bekir Özkan, Hacı Hüseyin Efendi'ye (Sezgin) duyduğu muhabbetten ötürü, onun en küçük oğlu olan Nihat Sezgin'in çarşıdaki mağazasına torunları ya da oğulları tarafından araba ile zaman zaman bırakılır ve merhum Nihat amca ile beraber derin sohbetlere dalarlardı. İşte aşağıda yazılanları da bu sohbetlerinden birinde anlatmıştı. Diyordu ki merhum:

"1917'de, Kanal harbinde İngiliz'e esir düştüydüm. Epey bir müddet süren esaret hayatından sonra bir gün bizi topladılar ve Osmanlının yenildiğini, ordumuzun da lağvedildiğini beyan edip, bizi serbest bırakacaklarını söylediler. Daha sonra da, dedikleri gibi yaptılar ve bizi trenlere bindirip hepimizi memleketlerimize yolladılar. (1918 sonları olmalı.../ V.B)

8 Ocak 2012 Pazar

Allah gerek etmesin amma aklınızda da bulunsun...


Misafirperverlikte mutlaka ki, Türk milletinin üzerine yoktur. Bu güzel geleneğimizi, eskisi kadar olmasa da, bugün de sürdürüyor olmamız elbette memnuniyet verici bir durum. Lâkin, her işin olduğu gibi, bu "misafirliğin" de bir usulü, bir erkanı, bir adabı olmalıdır. Mesela, çok olağanüstü bir durum olmadıkça, öyle "selamünaleyküm" deyip, çat-kapı adamın kapısına dayanmak olmaz!.. Gündüzden çocukla haber salınır; "akşama müsaitseniz anamgil size oturmiye gelecekler" denir, "buyursunlar gelsinler" cevabı alınırsa da, kalkılır "akşam oturması"na gidilir.

Neyse, buraya kadar bir meselemiz olmayacağınızı biliyorum, bunlar zaten hep hepimizin bildiği işler... Bizim bugün asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, bu "akşam oturmalarında" ölçüyü kaçırmamak üzerinedir. Buna güzel bir örnek teşkil etmesi bakımından, Pozantı/Kamışlı'nın değerli evladı Ferhat Şen ağabeyimizin anlattığı bir hadiseyi size burada hikaye etmeye gayret edelim ve meseleyi daha bir anlaşılır kılmaya çalışalım:

Efendim, demeye gerek yok, her şeyin bir haddi, hududu olduğu gibi, misafirliğin de bir ölçüsü, bir hududu vardır. Yani, misafirlik demek de adamın evine postu sermek, dilediği kadar yeyip içip oturup, dilediği zaman da kalkıp gitmek demek değildir. Ev sahibinin halini ve durumunu da gözetmek gerekir. Adam, evinin rızkı için gece gündüz dağlarda odun edecek, haftada bir evine gelecek, siz de bu adamın; o haftada bir gününü misafirliğinizle işgal edeceksiniz. Hadi ettiniz, sabah erkenden hamamını yapıp tekrardan dağa dönecek olan adamı, gecenin geç vaktine kadar tutmaya niyetlenmişseniz, o da haliyle buna karşı bir tedbir düşünecektir. Tıpkı aşağıda olduğu gibi:

1 Ocak 2012 Pazar

"Oy Aliye, Aliye!.."


Hepinize hayırlı seneler dileyerek yeni yılın ilk hikayesini yazmaya başlayalım.

60'lı, 70'li yılların Osmaniye'sini bilenler "kadın doğum uzmanı" doktor İbrahim Büyükoğlu'nu da mutlaka ki hatırlarlar. Kendisinin aslen nereli olduğunu şahsen bilemiyorum ama bir Osmaniyeli olarak "eniştemiz" olduğunu bilirim. Zira Dr. Büyükoğlu, Osmaniye'nin eski ailelerinden olan ve "mahsereciler" adı ile bilinen ailenin kızı olan Aliye hanım ile evli idi. Aliye hanım, Osmaniye Merkez Ortaokulundan coğrafya hocam olduğu gibi, oğlu Orkun Büyükoğlu ile de hem mahalleden, hem de aynı okuldan arkadaşlık yapmışlığımız vardır.

Buradan hareketle, hikayemizin ana mevzuuna doğru hareket edecek olursak, değerli hocamız Aliye hanım, ben ve benden en az 8-10 dönem daha önceki abi ve ablalarımıza da hocalık etmiş prensipli ve disiplinli bir hanımefendi idi.

İşte, bugünkü hikayemizin kahramanı olan Zeki (Teke) ağabeyimiz de, onun öğrencilerinden biri olma şansına sahip olmuş abilerimizden biridir. Tabii ki, Zeki abimizin nasıl bir talebe olduğunu da ancak bilen bilir!.. Hani, daima sınıfın en arka sıralarını tercih eden ve yaşı sınıf ortalamasından en az bir kaç yaş büyük olan bir öğrenci tipi vardır ya, işte Zeki abimiz de o zamanlar, bu tip öğrenciler içinde, sınıfının en çok sivrilmiş ve-ister istemez- kendisini "sevdirmiş ve saydırmış" olanıdır!..