29 Ağustos 2011 Pazartesi

SELMA

Bu günkü hikayemiz de, 1970'li yıllardan kalma bir askerlik hikayesi....

Askerlik hikayeleri malum, bir anlatılmaya başlandı mıydı kolayına nokta konulmaz. Dinleyenin munisliği anlatanda şevk yaratır, fakat bir müddet sonra, dinleyenin gözleri "medet ya Allah!.." demeye başlar da, dışarıdan bir imdat gelmedikçe, içine bir kere düşülmüş bulunulan bu vaziyetten kurtulmak biraz zordur. Ama biz sadece küçük bir anı nakledeceğimizden ve bunu da yazarak anlatmak zorunda olduğumuzdan, sizin için böyle bir tehlike söz konusu olmayacak, bu bakımdan rahat olun!..

Şimdi gelelim Osmaniyeli bir abimizin askerliği sırasında yaşanmış olan o hikayeye.

Mevzu şu: Bu abimiz, askerliğini Erzurum civarında bir yerde asteğmen olarak yapıyor. Fakat gel gelelim; askere gelmeden önce derin bir sevdanın uçurumuna düşmüş vaziyette, bir türlü çıkamıyor!.. Böyle olunca da, vatani görevin ifası, haliyle daha bir sıkıntılı hale geliyor. Hani, bu sevda karşılık bulmuş olsa, vaziyet bir nebze daha çekilir halde olacak. Lakin, abimin durumu, (en iyimser bir tahminle) muallâkta kalmış görünüyor. Bu yüzden de abimde huzursuzluk ve gerginlik had safhada!.. Araya askerlik de girmiş olunca, durum haliyle büsbütün vehamet kesbetmiş oluyor, abimin aklı fikri, ikide bir, ister istemez memlekete kayıyor. O şimdi ne yapıyor, görüştüğü kimse var mı?!..vb...vb...

Bu minval üzerine, her günü birbirinden meşakkatli ve zorlu geçen abimize, bir kış günü nöbet sırası geliyor ve nöbetçi subay olarak görev başı yapıyor.

26 Ağustos 2011 Cuma

Aferim ulan Memmet!..

(Dikkat: Umumi ahlak ve adaba mugayir vak'a, lütfen +18 ve üzeri olanlar!..)

Sene 40'lı yılların sonu... Yer ve adres belirtmeyelim, bir ana ve genç kızının birlikte yaşadıkları bir ev... Kadın, gençlik zamanlarını bir hayli hızlı geçirmiş bir meslek erbabı. Emekliliğinin geldiğini düşündüğünde, son çalıştığı yer olan Osmaniye'de bir ev alıyor ve kızı ile birlikte sakin bir hayata geçiş yapmak istiyor. Fakat ne mümkün?!.. O dönem Osmaniye'sinin gençlerinden Topal Halil (hani o gâvur olan)  ve Mehmet ..... emmim, kadının kızına ayrı ayrı göz koymuşlar ve bu yüzden sık sık ev ziyaretlerine başlar olmuşlar. Kız da anasının kızı olduğundan, bunlar eve girip çıkarken birbirleri ile karşılaşmadıkça pek bir sorun çıkmıyor olsa da, kazara karşılaştıklarında, mutlaka bir itiş kakış oluyor. Çünkü, ikisi de kızı sahiplenmeye, "dost tutmaya" çalışıyorlar!.. Aradan zaman geçtikçe rekabet, tabiatı ile daha da bir kızışıyor. Mesele, mahalle sınırlarını da  aşıp, Osmaniye'ye kadar yayılıyor...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Asıl "tecdid-i iman" etmesi gereken kim?

Efendim, "Tecdid-i İman" meselesi müslümanlar için önemli bir meseledir ve "iman tazelemek" manasına gelir. İmanını tehlikeye düşürecek kadar büyük bir günah işlediğini düşünen ve bundan nedamet duyan bir müslüman, "tecdid-i iman" yoluna başvurarak tövbe etmeli ve imanını yenilemelidir. "İyi de, şimdi bu da nereden çıktı" derseniz, işte bugün de bu mesele ile ilgili eski bir hikaye hatırıma geldi de, onu anlatayım dedim.

Burayı takip edenler bilir, daha önce de değinmiştik; biz Türklerin müslümanlık anlayışına uzun zamandır bir haller olmuş olmalı ki, helalle haramı, günahla sevabı birbirinden ayırmakta bile çoğu zaman ihtilafa düştüğümüz gibi, güzel dinimizi siyasetimiz içine dahil etmekten de kendimizi bir türlü alamıyoruz.

Bize bu sözleri ettiren ve hikayemize mevzu teşkil eden hadise ise şu:

Malum, o zamanlar, 1915 yılında vuku bulan Çanakkale muharebelerimiz için yurdun dört bir yanından vatan evlatları celbedilip Çanakkale cephesine sevk edilmekte. Bunlar içinde de bizim Osmaniye'nin Çardak köyünden iki arkadaş da var ve bunlar da diğerleri ile beraber bir trene bindirilerek cepheye sevk ediliyorlar. Fakat bu iki arkadaştan biri çok huzursuz, ha bire öteyi beriyi kontrol ediyor, sanki kafasında bir şeyler kuruyor... Derken, çok geçmeden de mesele anlaşılıyor. Meğer bu bizimki, trenden atlayıp da kaçma planları yapar imiş!.. Yanına belki yoldaş olur diye de bu fikrini arkadaşına açıyor:

18 Ağustos 2011 Perşembe

Bu filmi yedi kere gören tam hacı, üç kere gören yarım hacı!...

Bugün sizlere güzel Gazi Antebimizin güzel insanlarından birini, Ali Nakıpoğlu'nu, daha doğrusu çok bilinen adı ile "Nakıp Ali"yi tanıtmak istiyorum.

Efendim, merhum Nakıp Ali (1891-1969), Gazi Anteplilerle sinemayı ilk tanıştıran, sinemaya ve sinemacılığa gönül vermiş bir kişidir. Memleketinde son derece mütevazi ve "gözü gönlü bol" bir insan olarak tanınan Nakıp Ali'nin o zamanlar "Asri Sinema" adıyla faaliyete geçirdiği, sonradan "Nakıp Sineması" adını alacak olan o ilk ahşap sinemasının yerinde bugün "Sinepark Nakıp Ali Sinemaları" adı ile faaliyet gösteren bir sinema kompleksi bulunmakta ve Nakıp Ali'nin adını böylece yaşatmaktadır. Konunun tarihine dair detayları merak eden arkadaşlar, hikayenin sonunda vereceğim link üzerinden ilgili siteye ulaşarak bu detayları oradan okuyabilirler. Şimdi biz bu küçük bilgilendirmeden sonra, böylece onunla ilgili bir iki küçük hikayeyi sizlere nakletme işine geçmiş olalım:

Nakıp Ali, bir gün Antep'e bir "Hac Filmi" getiriyor. Ne kadar cami hocası varsa hepsini toplayıp önce onlara güzel bir ziyafet çekiyor. Ardından da, ("hocalara özel" olmak üzere), kendilerine bu filmi izlettiriyor. Sonrasında ise, nereden(!) çıktığı bilinmez bir söylenti şehre yayılıyor:

14 Ağustos 2011 Pazar

Rottweiler de iyi silahtır ha!..

Allah rahmetini üzerinden eksik etmesin, "silahlar" ve "narkotik camiası", Hamdi Lokur (Akın) abimizin özel ilgi alanı içerisinde idi. Yanlış anlaşılmasın diye hemen belirtelim ki, merhum abimiz kendisini, ülkemizdeki "yeraltı camiası" hakkında "önemli bilgilere(!)" sahip ender insanlardan biri olarak görür, bu konuda mecbur kalmadıkça çok konuşmaktan kaçınır bir adam tavrı sergilemeyi ve çevresine de; "bir konuşursa yer yerinde oynayacak" bir adam görüntüsü vermeyi severdi. Bunu da inceden, (Osmaniye'de girip çıktığı yerler(!) hariç) her yaz düzenli olarak gittiği İstanbul'da, Narkotik şubede görev yapan teyzesinin oğlu ile geçirdiği vakitlerde yaşayıp gördüklerine dayandırırdı.

İşte, onun bu yapısını en iyi bilen, hem en sevdiği, hem de çok "gıcık" olduğu halde bir türlü vazgeçemediği arkadaşlarından biri olan Muhtar (Taşkaya) abimiz, yine bir gün bunun yanına sokulmuş, onu konuşturmak için, sözlerinde son derece ciddi ama  "konunun cahili" olduğunu kabul eden tevazuu sahibi bir adam edası ile ve "Hamdi Baba!.." kelimeleri ile başlayan cümleler kurarak ona silahlar hakkında başlıyor sorular sormaya. Ve tabiatı ile, bu şekilde el altından usul usul  başlıyor "Hamdi Baba"yı kaşımaya!.. Kâh "Smith-Wesson" diyor, kâh "Magnum, Parabellum" diyor, sonra dönüyor "14'lü Umman" diyor, bunların arasındaki farkları soruyor, oradan atlayıp geliyor "7.65" meselesine... Derken derken, nihayet getiriyor "Hamdi Baba"yı kıvama!.. Hamdi Baba, istimi almış bir kere, ağır ağır hızlanan bir lokomotif misali, gönülsüzce ve "cahil" bir adamın anlayacağı tarzda kurduğu cümlelerle başladığı "izahat"larını bir kenara bırakıp, giderek daha detaylı ve "profesyonel" cümlelere geçiş yapıyor. Hamdi abimin konsantrasyonu böylece tam tavan yapmaya yaklaşmışken Muhtar abim birden lafa giriveriyor:

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Bizi "velinimetimizle" az daha karşı karşıya getiriyorlardı p.z.v.nkler!..

Efendim, öteden beri çiftçilerin vaziyeti malûmdur. Çiftçilik, adamı ne uzatır, ne de kısaltır. Hani derler ya; çiftçi ölünce karnını yarmışlar da karnından bir sürü "bu yılcık" çıkmış!..Yani hep; "Bu yıl da mahsulden bir şey anlamadık, seneye inşallah!.." ümidi ile yaşamış durmuş manasına... Neyse, şu an maksadımız çiftçinin yarasını deşmek değil de, buradan hareketle, aklımıza gelen eski bir hikayeyi nakletmek olduğundan, konuyu burada kesip hikayemize geçelim:

O zamanların (1950-60) Osmaniye'sinin ünlü şanlı çiftçilerinden Nihat Sezgin ve "Kara Rıfkı" lakabı ile maruf Rıfkı Başlamışlı, kış ortasında parasız kalınca, aynı durumda olan her çiftçinin ilk aklına gelen çareye başvuruyor ve  "buğdaylık* para almak" için, o zamanın büyük tüccar-çiftçilerinden Mustafa  Gürbüz'ün yazıhanesinin yolunu tutuyorlar. Ama tabii ki birbirlerinden tamamen habersiz bir şekilde, ta ki her ikisi de aynı anda Mustafa Gürbüz'ün kapısında karşılaşıncaya kadar!.. Böylece yazıhaneye birlikte giriyorlar. Oraya niye geldikleri, her ikisinin de malûmu!.. Fakat bu arada Mustafa Gürbüz'ün başı kalabalık ve ortada hararetli bir tartışma var. Duruma bakılırsa, aynı zamanda çiftçi olan Mustafa Gürbüz ve "ortakçılık" yaptığı üç köylünün "ortaklık" şartları üzerinde ihtilâfa (anlaşmazlığa) düştükleri anlaşılıyor! İşte Nihat Sezgin ve "Kara Rıfkı", böylece kendilerini bir anda böyle bir tartışmanın içinde bulmuş oluyorlar!.. Bunların içeri girdiğini gören köylülerden biri derhal atılıyor:

2 Ağustos 2011 Salı

"Demircilik dediğin ne ki..."

Bugün de sizlere, "kıssadan hisse" mahiyetinde olmak üzere, küçük bir hikaye anlatmak istiyorum. Olur ya, belli mi olur, bakarsınız belki bir gün bir yerlerde lazım oluverir!..

Hadi öyleyse başlayalım:

Kasabanın birinde, 14-15 yaşlarındaki oğlu ile birlikte yaşayan dul bir kadıncağız, okumakta gözü olmadığı için okula gitmekten vazgeçmiş, şurada burada gezinip gün geçiren oğlu için, bir meslek sahibi olsun maksadı ile kasabanın demirci ustasının yanına gidiyor ve oğlunu çırak alıp yetiştirmesini ondan rica ediyor. Demirci de, kadının bu ricasını kırmayıp; "o halde yarın yolla oğlunu benim yanıma bacım.." diyor. Kadıncağız, oğlunun bir meslek sahibi olacağı sevinci ile demirciye bin bir teşekkürü birden edip, dönüp evine geliyor. Akşam evine gelen oğlunu da ikna edip, sabah erkenden onu demircinin dükkanına yolluyor. Oğlan akşama kadar ustasının yanında vakit geçiriyor ve dükkân kapanınca da evine dönüp, erkenden kafayı vurup yatıyor. Sabah olunca, kadıncağız oğlunu geç kalmadan işine göndermek için kalkıyor. Ancak anlıyor ki, oğlanın işe gitmeye hiç de niyeti yok!.. "Aman oğlum, yaman oğlum" dese de, oğlan hiç oralı değil! Ve üstelik de kendinden gayet emin bir şekilde:

-"Ana, ben bu demircilik işini öğrendim, artık gitmeme lüzum yok ki!.."

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Tongurdak Kelleli Hüseyin Ağa

Efendim, daha önce "Ben bunun anasını çok istediyidim" başlıklı hikayemizde bir vesile ile adı geçmiş bir "Tongurdak kelleli Hösiin ağa" var idi. İşte bu "Hösiin Ağa" ile ilgili Osmaniye'nin yerli ailelerinden birine mensup merhum Dede dayımızın (Dede Güven) oğlu değerli ağabeyimiz Celal Güven, bize öyle bir "çocukluk anısı" anlattı ki, bu anıyı burada paylaşarak Osmaniye'mizin mizah tarihine geçirmemek cidden büyük bir hata olurdu. O halde, şimdi gelin "Hösiin Ağa"nın bu yeni hikayesini, daha önce anlattığımız bir özelliğini de yeniden hatırlatarak hikayemize başlayalım:


Belki duydunuz, belki duymadınız ama biz Türkler ile ilgili, yine bizden birileri tarafından uydurulmuş, az bilinen bir söz vardır: "Türk üşümez, donar!.." İşte, "Tongurdak Kelleli Hösiin Ağa" da, anladığımız kadarı ile kendini bu "üşümeyen" Türklerden sayan biri.. Zira, o zamanlar Zorkun yaylasının su ihtiyacını karşılayan ve "Bahrazın Gözü" adı ile bilinen, o buz gibi kar sularının "kaynadığı" yerde, o; "karpuz çatlatan" buz gibi sularda, "Hösiin Ağa"nın her sabah namazından önce mutlaka bir kere "çimdiği", bir efsane gibi söylenir dururdu. Ki, bırakın sabahın erken saatlerinde bu sularda yıkanmayı, öğle sıcağında bile o suya ayak sokmanın her babayiğidin harcı olmadığını bilenler iyi bilir.