29 Ocak 2011 Cumartesi

Gölgesi 10 Dönüm olursa...

Gençliğimizin en hızlı zamanları... O zamanlar akşamları sık sık, Bahçe yolu üzerindeki "Çınaraltı" tabir edilen pirzolacılara "dağ malı" pirzola yemeye gidiyoruz. "Rakı-Balık" bunun yanında hakikaten halt etmiştir afedersiniz, o kadar lezzetli olurdu yani... Hoş, şimdi bırakın dağ malını, ova malına bile hasret kaldık, bu "ileri demokrasi hamleleri" sayesinde ya, o da ayrı mesele! Neyse, konumuza dönecek olursak; Allah affetsin, o gün yine bu Çınaraltı'nda yemiş içmişiz, gece yarısına doğru bindik arabaya dönüyoruz. Ekipte Kör Şükrü abi ve yeğenleri de var.

26 Ocak 2011 Çarşamba

İki Keklik Seke Seke...

Ne zamandır sizlere Şükrü abiyi tanıtmak istiyordum, demek kısmet bugüneymiş... Efendim, Şükrü Abi (nam-ı diğer "Kör Şükrü") ufak tefek ama deyim yerinde ise kaplan gibi bir adamdır. Amma, hani derler ya; "felek Mustafa'ya yar olmamış...", o da başka konu. Neyse, zaman içinde Şükrü abiyi daha detaylı tanıtırız sizlere diyelim. Zira bugün anlatacağımız hikayenin başrolünde kendisi yok. O, bu hikayeye şahit olup, nakleden adamdır.


Gelelim hikayeye:

Şükrü abi, o günlerde işi dolayısı ile Bahçe kazasında çalışıyor. O sıralar, Bahçe'nin önde gelen ailelerinden birinin sünnet mevlidi var ve Şükrü abi de davetli olarak orada bulunuyor. Misafirler, bahçede yan yana dizili sandalyelerde oturmuşlar, huşu içinde Kuran dinliyorlar. Zengin mevlidi olunca da, haliyle hoca sayısı da fazla. Tam yedi hoca, yanyana dizilmişler, biri bitiriyor, diğeri başlıyor. Tam bu esnada bahçe kapısından sakallı ve babayiğit bir adam giriyor. Mevlit sahipleri, adamın görüntüsüne bakarak, "hoca" olduğuna hükmetmiş olmalılar ki, adamın önüne düşüp, adamı, hocaların sırasındaki en son boş sandalyeye oturtuyorlar.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Darende Tarihi

Başta Adana ve Osmaniye olmak üzere, Çukurova'nın dört bir yanına yerleşmiş bulunan Darendeli hemşehrilerimizi, herhalde tanımayanımız ve ama lehinde, ama aleyhinde konuşmayanımız, onlara takılıp, şakalaşmayanımız, herhalde yoktur. Her yönüyle farklı bir kişilik ve anlayışa sahip bu vatandaşlarımızın geçmiş tarihi ile ilgili duyduğumuz şifahî bir bilgiyi, aşağıda dikkatlerinize bu vesile ile sunmuş olalım.


Efendim, derler ki; Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmail'i yenip bir müddet Tebriz'de kaldıktan sonra mukaddes toprakların fethi için yürüyüşe geçtiğinde, Malatya civarında otağ kurdurmuş da, "hele buranın ahalisi ile de bir tanışayım, dertlerini bir dinleyeyim bakalım", demiş. Ama otağının bulunduğu yerden bakmış bakmış, çok ilerlerde bir yerde, gözüne bir köy takılmış da, merak edip; "peki, burası neresidir, orada oturan kullarım kimdir, necidir?" deyip sual edince, ona şu cevabı vermişler: "Haşmetlû Padişahımız, onlar bir garip millettir. Ne kimseye karışırlar, ne kimseyi kendilerine karıştırırlar. Müslüman olmaya müslümandırlar amma kendilerinden olmayandan kız almaz, kendilerinden olmayana da kız vermezler. İşleri ise ticarettir, ekmeyi biçmeyi, koyunu kuzuyu bilmezler, köy köy dolaşırlar, mal alır, mal satarlar..."

12 Ocak 2011 Çarşamba

Sen takımına tel çek!

Epeydir bizim Kozalak Mustafa'dan bahsetmiyoruz. Demin onun bir hikayesi aklıma geldi, size bugün o hikayeyi anlatayım.

Bizim Kozalak, o yıllarda, Sezginler'in çiftliğinde pamuk, karpuz vb. gibi bekçilik işleri ile iştigal eder, tarlanın başından ayrılamadığı için de, çiftlikten Osmaniye'ye gidecek olanlara bir takım siparişler verirdi. Verirdi ama serde "eski eşkiyalık" olduğu için parasından da hiç bahsetmez, "gelirken getir ulan" demeyi yeterli görürdü. Siparişi ise ekseri "Maraş otu" olurdu. (Sigara kullanmaz ama "ot" atardı...) Neyse, her defasında buna "tamam, emrin olur" derler ama tabii ki, her defasında arkası boş çıkardı. Geldiklerinde ise, biraz Kozalağın küfürlerine maruz kalsalar da, neticede bu küfürler, onları daha da neşelendirdiği için, gülüp geçer, işlerine devam ederlerdi.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Güzel olmaya güzel olmuş da...

Her ne kadar müslüman bir millet isek de, halkımızın; bilhassa da bizim buralarda olduğu gibi, konar-göçer aşiretlerin İslamiyet'in güzellikleri ile tanışmaları, diğer yerleşik şehirlere nazaran çok daha geç olmuştur. O kadar ki, mübarek üç aylarda "cerr"e çıkan medrese talebesi hocalar, ya da ekmeğini çıkarmak için Anadolu'da, şura senin, bura benim dolaşan gariban hocalar da olmasa,  İslamiyet'in gereklerinden tümden uzak kalacaklarının muhakkak olduğu anlaşılıyor. Mesela, bundan 100-120 yıl öncesine kadar bizim buralardaki aşiretlerin ahalisi, ellerine bir hoca geçtiğinde; evleneli bir kaç sene olmuşsa da nikahını yeni kıydırır, ölmüşlerini gömeli çok olmuş olsa da, hocasız fakısız gömdüklerinden, ellerine hoca geçti mi, geç de olsa o görevi yerine getirme fırsatı bulmuş olurlarmış... Ama, işleri bitince de hocanın yolunu kesip, onu soymaktan geri durmadıkları da bir gerçek.. Neyse, hâl böyle olunca, cami nedir, minare nedir, adını duymuş olsalar dahi, kendisini görmediklerinden, hakkında bir fikir yürütmelerinin zor olduğunu anlamak güç olmasa gerek.

Tahassür

Tahassür, Osmanlıca bir sözcük olup, "hasret" kelimesinden türemiştir ve "hasret çekmek" anlamına gelir. Bugünkü konumuzun başlığını teşkil eden bu kelime, babasının memuriyeti dolayısı ile Osmaniye'de doğmuş ve çocukluğu Osmaniye'de geçmiş olan merhum Ökkeş Nuri Tekin'in, vefatından kısa bir süre önce, uzun yıllar ayrı kaldığı Osmaniye'ye duyduğu hasreti mısralara döküp, çocukluk arkadaşı merhum Nihat Sezgin'e gönderdiği şiirinin adıdır. 1930'lu yılların Osmaniye'sini anlatması bakımından da ayrıca manidardır.


İşte o şiir:


TAHASSÜR

Mazi unutulmuş...Kepenek, yamçı;
Ayağında postal dağlı nerede?
Mahmuzlu çizmeler, gümüşlü kamçı?
Saçı belik belik bağlı nerede?


4 Ocak 2011 Salı

Sansürcüler geldi abi!

Hazır söz Namık abiden açılmışken, o zamanlara yeniden bir uzanalım dilerseniz.

Malûm, Türk sineması, yani bilinen adı ile "Yeşilçam" 1970'lerin ortasında, şartların da zorlaması ile kulvar değiştirmiş ve açık saçık filimlere, balıklama bir dalış yapmak durumunda kalmıştı. İşte, tam o zamanlar da Namık abinin bekârlığa veda ettiği dönemlere rastlıyor.

Hatırımda yanlış kalmadı ise, Namık abi, Karaisalı'ın Topaktaş köyünden evlenmişti. İşte, Namık abinin düğünü de, adet olduğu üzere cumartesi günü olmuş ve pazar günü de gelin mevlidi yapılmış, akşamına Namık abi de evliliğinin ikinci gecesine adım atmak üzere evine gelmiş.

Yalnız ortada çapraz bir durum var. O da şu; mahalledeki ekip, o akşam için program yapmışlar ve "Soğukoluk" alemine akacaklar. Namık abinin de içi gidiyor ama ne yazık ki artık başı bağlı! Ama gene de, ne yardan, ne serden hesabı, bunlara diyor ki; "olum allasızlık yapmayın, gelin şu işi haftaya erteleyin!" Dinleyen kim! "Valla abi biz gideceez, gelirsen gel, gelemezsen sen bilirsin!"

1 Ocak 2011 Cumartesi

Şu binini anladık da...

Rahmetli Namık Abi (Eroğlu), nur içinde yatsın, çok değerli bir abimizdi. Önce, şimdi Belediyeye ait "Ahmet Şekip Ersoy" konferans salonu olan yerde bulunan "Zafer Sineması"nı, sonra da şimdiki Halk Bankası civarında bulunan rahmetli İsmail Arabacı'nın yaptırdığı "Arı Sineması"nı çalıştırırdı. Ufak tefek ama cin gibi bir adamdı Namık abi. O dönemin (1970 öncesi ve sonrası...) gençlerinden bir çoğu, onun sayesinde "milli" olmuşlardır. O zamanın gözde eğlence mekânları ise İskenderun ve çevresi idi. Bilhassa "Soğukoluk" otelleri, o zamanın en  gözde yerlerinin başında gelirdi. Neyse ki, 1980 yılında Uğur Dündar sayesinde kapatıldı da, millet çoluk çocuğunun nafakasını buralara dökmekten böylece kurtulmuş oldu. Neyse bu kadar izahattan sonra gelelim bugünkü hikayemize...

Albay Mustafa abiden (Gülle) daha önce bir vesile ile her halde bahsetmiştik. İşte bu Mustafa abi ile Namık abi hala dayı çocukları idiler. İskenderun tarafına gidecek olanlar, önce Namık abiyi razı etmek durumundaydılar. Zira, Namık abi oralarda pek bir tanınır ve sayılır bir adamdı. İşte gene bir akşam, Albay Mustafa abi, mahalleden iki arkadaşı ile beraber Namık abiyi İskenderun'a davet ediyorlar. Ama Namık abinin herhalde ya o gün keyfi yok, ya da kendini ağırdan satıyor, orasını tam bilemiyorum, bir türlü "tamam" demiyor. Döktükleri o kadar dile rağmen Namık abinin "yok" demesi, bilhassa Albay Mustafa abinin çok zoruna gidiyor ve diğer arkadaşlarına dönüp: "Ulan araba bizden, benzini bizden, para bizden, ne yalvarıp duruyoruz bu allahsıza ki, binin lan arabaya!.." demesi ile İskenderun yollarına düşüyorlar. Giderken de Albayım söyleniyor: "Ne lan bunun elinden çektiğimiz, biz de az mı geçtik sanki bu yollardan!.." diyerek, bir taraftan kızgınlığını ifade ederken, diğer yandan da; artık Namık abinin yerini alacak adam olarak kendini lanse etmiş oluyor.