29 Kasım 2010 Pazartesi

Hacı Ömer Ağa (Sabancı)

Sabancı imparatorluğunu kuran merhum Hacı Ömer Sabancı'nın -her ne kadar Kayseri'nin Akçakaya köyünden olsa da- tam bir "Adanalı" olduğunu ve hep "Adana ağzıyla"  konuştuğunu bilenler, iyi bilir. Bizler de yetişmedik ama ancak büyüklerimizden ve etraftan duyduğumuz kadarıyla tanıyabildik kendisini. Merhum, eski günlerinin alışkanlığı ile olsa gerek, elinin sıkılığı ile tanınırmış. Bir gün arkadaşları onu, "parayı yememek" konusunda sıkıştırıp, çok üstüne gidince merhum onlara şöyle diyor: "Ulan oğlum beni niye gınıyosunuz (kınıyorsunuz), ben bala düşük sinek gibiyim, ne yiyebiliyom, ne çıkabiliyom. Öyle yapışdım galdım!"


* * *


Anlatacağım ikinci hikayeyi de 60'lı yılların Adanasının sevilen hakimlerinden merhum Mustafa Efendioğlu'ndan dinlemiştim.

28 Kasım 2010 Pazar

"39'udu 40 olsun öyleyse, al ulan!.."

Rifat Hoca merhum (Rifat Çığ), öğretmen emeklisi olup, son derece şakacı ve "rind" bir insanmış. Hayata, hep mizah penceresinden bakmayı tercih ettiğini anladığımız Rıfat Hoca merhum, bir gün, Osmaniye'nin meşhur yaylası Zorkun'un hemen alt taraflarında yer alan Derviş Pınarı mahallinde, pınarın hemen üst tarafında bir yere çilingir sofrasını kurmuş, hem pınarın sesini dinliyor, hem de açmış rakısını, ufaktan demleniyor. Bu sırada bir Aydınlı delikanlısı, önünde 8-10 koyunla pınarın başına, koyunlarını "sulamaya" getiriyor.

Urfa'nın üç kısım milleti

Daha önceki hikayelerimizde Şanlı Urfa'mızla olan bağlantımızı izah etmeye çalışmıştık. İşte, yine o mutad Urfa ziyaretlerimizden birinde, her neye ise öfkelenmiş yaşlı bir Urfalı amcamız, o öfke anında şöyle söylemişti:

27 Kasım 2010 Cumartesi

Bahçe'nin köylüğünden...

Allah rahmet eylesin, Osmaniye'nin meşhur bir Kadir Çavuş'u vardı. Palabıyıklı, gür sesli, babayiğit, şen şakrak bir adamdı. İstiklâl savaşımızın da gazilerindendir. Tanınır bir kimse idi. "Osmaniye ve çevre köylerinde, bilmediği, tanımadığı kimse de yoktur" denirdi. İşte bir gün, bu Kadir Çavuş, bir berbere uğruyor. Oradakilerele sohbet ederken içeriye bir müşteri giriyor, koltuğa oturuyor ve; "şu sakalı alıver usta..." diyor. Kadir Çavuş, adamın Bahçe'li olduğunu anlıyor ama adam onu ne bilsin?!.. Berber, havluyu adamın boğazına sarıyor, elindeki fırçayla başlıyor traş sabununu köpürtmeye... Bu arada Kadir Çavuş, lâfa giriyor. Berbere hitaben:

22 Kasım 2010 Pazartesi

Nallı domuz olur mu?

Yıl, 1900!lerin başı... Çukurova'da Ermeniler ve Türklerin bir arada yaşadığı zamanlar. Osmaniye'nin aşağı köylerinden birinde, iki bostan komşusu; biri Mehmet Emmi, diğeri Artin. İkisi de, bostanlarına dadanan domuzlardan muzdarip. Her gece ellerinde "tüfengleri", domuz bekliyorlar. İşte yine böyle bir gece, hava pırıl pırıl. Ay, dolunay. Mehmet Emmi ve Artin gene nöbetteler...Derken, mısırların arasından ani bir hışırtı...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Doruk emmin kazansın sen ye yiğidim!

Bu hikayenin en azından yüz senelik bir mazisi vardır. Osmaniye'nin aşağı köylerinden birinde yaşayan bir Doruk Emmi var. Adamcağız bostan ekip geçimini sağlamaya çalışıyor, fakat bostanına (adı batasıca) bir domuz dadanmış, adamcağıza bir türlü dirlik vermiyor. Belli ki, azılı da! Bostanda ne var ne yok yediği gibi, darma duman edip, bir de altını üstüne getiriyor! Doruk emmim geceleri elde tüfeng bekliyor amma bu hınzır anlıyor mu nedir, o günler bostana uğramıyor. Doruk emmi bakıyor oluş oluş değil, bir gün bunun geldiği yere derin bir çukur kazıp, üstünü de çalı çırpı ile örtüyor ve huzur-u kalp ile çekip evine gidiyor.

Tabii ki, sabahı zor ediyor ve kalkar kalkmaz da doğruca çukurun olduğu yere gidiyor. Gidiyor ki, ne görsün; koca, azılı bir domuz çukurun içinde, öfke ile dört dönmekte! Doruk emmim de ondan öfkeli. Yukardan aşağı bir kaç okkalı taş atıyor amma bu Doruk emmimi kesmiyor tabii... Ne yapar da bu hınzır oğlu hınzırdan öfkemi çıkartırım diye düşünüp etrafına bakınırken birden öküz arabasının oku gözüne çarpıyor. (Ok: İki öküzün arasında bulunan ve öküzlerin hamutlarının (boyunduruk) bağlı olduğu uzun kalas) Okun bir tarafında da hamut bağlı ama Doruk emmi o kadar öfkeli ki, o hamudu sökmeye dahi vakti yok! Kapıyor oku, yukardan aşağı sallıyor, vuruyor beline beline okun ucuyla hınzıra! Bir taraftan da: "Baban mı ektiydi bu bostanı ulan hınzıroğlu hınzır! Ortak mısın ulan bana pezevek!.." diyerek saydırıyor! Fakat, ne oluyor, ne olmuyor, birden okun ucundaki hamut Doruk emminin boynuna geçiverip de kendini çukura düşürüvermez mi? Hani malûm, domuz boynunu dönderemez. Dönderemediği için de, yön değiştirmek için kıç atmak zorundadır. Çukurda kıç atacak durumu da yok, ancak olduğu yerde dönüp duruyor hayvan. Doruk emmim de hemen dibinde, domuzla beraber habire mecburen o da dönüp duruyor. Köylüler saatler sonra gelip Doruk emmiyi bulduklarında, çukurdan duyulan ses şu: "Muştası gözel muştasını sevdiğim! Ne dediğimiz varkine, Doruk emmin kazansın sen ye bre yiğidim! Helali hoş olsun sana!"


Talihin gözü kör olsun Doruk emmim! Ne desen haklısın! :))

15 Kasım 2010 Pazartesi

Tereyağlı Bulgur Pilavı

Rahmetli Hacı abi, Osmaniye'nin eşraf ailelerinden birine mensup, yakışıklı ve çok da iyi bir insandı. Genç denecek bir yaşta kalpten gitti. Allah rahmet eylesin... Şimdi bu Hacı abinin bir Enter kamyonu vardı. Rahmetlinin şoförlüğü de çok iyiydi yani...O zamanlar dış seferler yeni yeni başlıyor. Hacı abi de bir iki İran seferi yapmış bu arada. Derken Yemen'e bir yük çıkıyor, Hacı abi gitmem mi diyecek, düşüyor tabii ki yollara...Yolun da, o memleketlerin de yabancısı haliyle. Bir hayli yol aldıktan sonra tam çölün orta yerinde tekeri patlamaz mı?!.. Hemen iniyor, kriko mriko derken tekeri söküyor, bijonları yere koyup yedek tekeri de yerine takıyor ama bir de ne görsün?!.. Bijonlar yerinde yok!

Haydaa! Ulan, daha demin burdaydı, nereye gitti bunlar? Kör şeytan kör gözüne...derken, birden etraftan "çat, çat, çat" diye sesler gelmeye başlıyor. Hacı Abi, kafayı bir çevirse ki, ne görsün? Yolun kenarındaki hurma ağaçlarının tepesinde üç-beş maymun, ellerindeki bijonları birbirine vurup, oyun oynuyorlar! De buyur! Hacı abi ne yapsın? "Verin ulan şu bijonları" diyecek hali yok ya! Alttan bir kaç taş filan atayım diyor ama nafile! O upuzun hurma ağaçlarının tepesindeki maymunlara taş nasıl yetişsin! Hacı abi n'etsin, çaresiz beklerken bir kamyon çıka geliyor ve Hacı Abinin yanında duruyor. Hacı abi bakıyor ki, gelen bir Türk kamyonu. Selam sabahtan sonra; "Hayırdır gardaş?" diyor  adam.... Hacı abi de durumu anlatıyor. Adam diyor ki: "Gardaş heralde sen buralarda yenisin. Yanında bulgurnan tereyağı var mı?" "He, var, n'oolacak ki?" diyor Hacı abi, merakla... Adam diyor ki: "Bak hemşerim, bu gâvurlar tereyağlı bulgur pilavını seveller. Bunlara hemen bir tereyağlı bi bulgur pilavı yap, ağaçların altına koy! Bunlar hemen aşşağı ineller, ellerindeki bijonları bırakıp, bulgur pilavına yumulullar. Sen de o arada bijonlarını kurtarırsın!" Hacı abi de bir "la havle" çekip, tüpü tencereyi çıkarıyor, denileni yapıyor ve böylece bijonları kurtarıyor!


Eh, her memleketin kendine göre adetleri var değil mi? Şayet Yemen'e yolunuz düşerse, yanınıza tereyağ ve bulgur almayı unutmayınız! :))

14 Kasım 2010 Pazar

"Çok da böyüğüne heves etmen çocuklar..."

(18+) Üzülerek söylemeliyim ki, Nalbur Ahmet abi "geç" bulduklarımızdandır. İnşallah çabuk kaybetmeyiz... Meğer bu abimiz de "uçkur"una fazlası ile düşkün olanlardanmış da bugüne kadar nasıl olmuş da haberimiz olmamış, hayret!

Kader, bir tesadüf eseri bizi iki yıl kadar önce bir araya getirdi, aynı sofraya düşürdü. Ahmet abi aynı zamanda Müjdat hocaların da dükkân komşusu. Ama anladık ki Müjdat Hoca'dan pek de hazzetmiyor. Bunu; lâf dönüp dolaşıp da Müjdat Hoca'ya gelince anladık. Müjdat Hoca'nın "büyüklüğü"ne dair bir konu açılılnca Ahmet abi dayanamadı ve patladı: "Ya bırakın bu adamı, bunu bari bana anlatmayın!.." deyip bardağındaki iki parmak rakıyı bir atımda götürdü ve arkasına yaslanıp anlatmaya başladı:

12 Kasım 2010 Cuma

"Gâvurun Oymağı"



Almanların 2. Abdülhamid devrinde yaptıkları meşhur Berlin-Bağdat demiryolu hattını, şimdikiler bilir mi bilmiyorum ama bu hattın Osmaniye üzerinden geçtiğini ve halen de kullanıldığını ben biliyorum. Bugünkü mevzuumuz da; işte bu hattın yapıldığı 1900'lü yılların başında, hattın Osmaniye'deki şantiyesinde geçiyor. Şantiyede çalışan Almanlar, halkın tabiatıyla pek bir merakını çekiyor ve o günlerde halkın arasında konuşulan mevzuuların başında da bu demiryolu ve burada çalışan Almanlar geliyor. Öyle ki, orada çalışan bir Alman görmek bile başlı başına bir olay ve adeta gören için bir ayrıcalık oluyor neredeyse...

11 Kasım 2010 Perşembe

Ayıkırsan zile bas!

"Militan Hacı" demezseniz kimse bilmez! Babayiğit bir kardeşimizdir. Sesi de hele pek bir gür çıkar. Devlet hastanesinde ambulans şöförü olarak çalışırdı. Şimdi emekli oldu. Avcılık ve atıcılığa merakından mıdır nedir, "atmadan" duramazdı. Gerçi huylu huyundan vazgeçecek değil ya, halen de öyledir.


Hacı kardeşim anlatıyor: "Hastanede gece nöbetindeyik aga, aylardan Temmuz. Her taraf hamam gibi yanıyo...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Bunun yedek parçası ne Hong Kong'ta bulunur, ne Bangkok'ta oğlum!...

Allah selamet versin, bizim "Mekkeli Ercan" iyi çocuktur. Hem mahalleden, hem de okuldan arkadaşımızdır. Ailecek taşımacılık ve tamircilik işleri ile uğraşırlardı. Babası rahmetlinin kamyon tamirhanesi vardı. "Mekkeli" lakabını da, bir dönem Arabistan'da çalıştığı için almıştı. Bizde çok anısı vardır. Aklımıza düştükçe burada yazarız inşallah...Hatta aklıma gelen bir hikayesini hemen nakledeyim.

9 Kasım 2010 Salı

Koskoca Stuttgart'ın formasına "fanila" diyor adam!

Futbol ile aram pek iyi olmadığı için yılını pek iyi hatırlayamıyorum ama ilgilenenler iyi bilirler ki, Almanya'nın Stuttgart takımının efsanevi bir oyuncusu vardı. Adı Hansi Müller ve hep 11 numaralı forma ile çıkardı sahaya. O yılların fırtına gibi futbolcularından biriydi anlayacağınız. İşte bizim bu Müjdat Hocada da o yıllarda Hansi Müller hayranlığı zirve yapmıştı tabiatiyla... Gelen almancılardan birine onun formasından sipariş etmiş ve bir yaz boyunca, yaylada, çarşıda, denizde, sırtında hep bu forma ile gezinmişti. Hem de arkada Hansi Müller yazısı ve koca bir 11 numara ile...Ha, bu arada şunu da belirtmedeb geçmek olmaz ki; Müjdat Hoca bir ADİDAS tutkunudur. Bu siparişinde de formanın mutlaka ADİDAS marka olması gerektiğinin özellikle altını çizmişmiş. Tabii, o zamanlar Türkiye'de ADİDAS yok! Onun bu markaya olan tutkunluğunu bilenler, bir keresinde KOM Slip dona bir yerlerden buldukları Adidas etiketini diktirip hocaya Adidas marka don diye satmışlardı. Hey gidi günler!...Neyse, bunları da böylece not ettikten sonra gelelim mevzumuza...

7 Kasım 2010 Pazar

Şu Osmaniye'nin bütün yalanları benden çıkar, lâkin...


Osmaniye Sebze Hali'nin arkasından, eskiden Alhanlı(ya da Alahanlı) Köyü olan, şimdiki Yaveriye mahallesine giden yolun tren yoluna varmadan hemen sağında, Kiremitçi Hasan Efendi'nin bir Kiremithanesi varmış ama ben ona yetişemedim. Burasının boş bir arsa olduğunu ve üstünde teken tüken huğdan evler bulunduğunu hatırlarım. Tabi, sonraları arsa oldu, parsellendi ve şimdilerde de artık koca bir mahalle oldu. Haliyle ne kiremithane kaldı, ne de Hasan efendi!..

Ne ise, bilenler bilir, kiremithanelerde kiremit pişirmek için fırınlar olur. Fırınlar için de odun gerekir. İşte Hasan Efendi de, ihtiyacı olan odunu bizim bu yukarı mahallelerdeki "dağlılar" vasıtası ile temin ediyor.

Hasan Efendi'nin bir de camızları var tabii ki...Bu camızlara da kiremitin çamuru iyice çiğnetilir ki, çamur kıvama gelsin...

İşte günlerden bir gün, bu Hasan Efendi'nin bu camızları "dürtmek" için bir "meses"e ihtiyacı oluyor. Anlayacağınız üzere de, "meses", camızları gayrete getirmek için onları arkalarından dürtmeye yarayan ince uzun bir ağaç dalıdır. Hasan efendi de, işte böyle bir ihtiyaç hasıl olunca, kendine dağdan odun getiren bir dağlıya, kendisine meseslik bir odun ayarlaması için tembihatta bulunuyor. Bizim dağlı da, "müşteri velinimettir" şiarı icabı;

-"Sen heç merak etme Hasan emmi, ben sana en eyisinden bir "meseslik" keser, getirrim!.."

diyor.

Bir gün, üç gün, beş gün derken günler geçiyor. Dağlı, beygiri ile odun getirip getirip kiremithaneye yıkıyor, parasını da alıyor amma gelgelelim Hasan emminin mesesliğinin lâfını bile etmiyor. Böyle olunca, Hasan Emmi, dayanamayıp buna soruyor:

4 Kasım 2010 Perşembe

Kaymakamın Kızı

Amanos dağlarının eteklerini yurt tutmuş aşiretlere mensup "dağlı" dedikleri Osmaniyeli hemşehrilerimizin biri, o zamanların Osmaniyesinde görev yapan bir kaymakamın kızını nerede görmüşse görmüş, aşık olmuş ve anasına; "ille bu kızı bana isteyeceksin!"  diye tutturmuş. Kadıncağız, etme oğlum, tutma oğlum, dediyse de laf dinletememiş ve kaymakamın evininin yolunu tutmak durumunda kalmış. Söylemeye hacet yok, kız okumuş, modern. Kaymakamın hanımı şaşırsa da kadıncağızı eve buyur ediyor. Şurdan burdan derken, kadıncağız kendi meşrebince lafa giriyor ve kızı oğluna istiyor.

3 Kasım 2010 Çarşamba

"Hindici Müjdat"

90'lı yıllar...Müjdat Hoca'nın başına üç beş yıl önce bir iş gelmiş. Bir yılbaşı öncesinde Müjdat Hoca'nın babası eve bir çift hindi almış, damdaki kümese koymuş. Bu arada bizim uzun Fatih de Müjdat Hoca'nın yan komşusunun evinin damında, Ahmet ile güvercin uçuruyorlar. Bir de bakmışlar Müjdat Hoca damda kırmızı bir şort giymiş, spor yapıyor. Bu hindiler de etrafında geziniyor. Derken Hoca hindilerden birini kucağına alarak sevmeye başlamış. "Görgü şahitleri"nin ifadesine göre, Müjdat Hoca'nın sevdiği hindi dişi imiş. Derken, duruma tahammül edemeyen erkek hindi Müjdat Hoca'ya saldırmaya başlamış. Hoca her ne kadar hişşş kişşş etse de erkek hindi taarruzdan vazgeçmiyormuş. Hoca dişi hindiyi kucağından attığı halde saldırıdan kurtulamayacağının anlayıp, merdivenlere kendisini dar atmış.

1 Kasım 2010 Pazartesi

"Aydınlının oturduğu nerde görülmüş ulan?"

Yıl, 30'lu yılların sonu olmalı...Osmaniye'nin şimdiki Atatürk Caddesinde bulunan Deva Eczanesi'nin yerinde bir dükkan var. Manav dükkanı. Bu dükkanın sahibi de "Alaman İsmail". Herhalde sarışın ve renkli gözlü olduğundan bu ismi almış olmalı. Yanılmıyorsam bugünkü "Var" ailesinin büyüklerinden...İşte günün birinde, bu Alaman İsmail'in dükkanına (dükkan dediysek, altı üstü tahtadan derme çatma bir baraka, tıpkı diğerleri gibi...) bir "Aydınlı" geliyor. "Aydınlı"lar bildiğim kadarı ile "Yörükler"in bir kolu olmalı. Hayvancılıkla uğraşırlar, kıl çadırda yatar kalkarlar, dağlarda, kırlarda yaşarlar. Öz be öz Türk aşiretleridir. İşte bu Aydınlılardan biri bir gün elinde bir kumaşla geliyor. O zamanlar "Külot Pantolon" moda. Hani dize kadar dar, dizden yukarısı bol olan...(hani Hitler'in giydiklerinden...) "Selamünaleyküm"den sonra adam Alaman İsmail'e: "Usta bana bi kilot pantul lazım, dikiveren mi?" diyerek elindeki kumaşı uzatıyor. Adamcağız ne bilsin, dükkan deyince her ihtiyacın karşılandığı yer zannediyor. "Terzi" ne demek, onu bile bilmiyor. (Anadolu insanının durumu o zamanlar işte budur! Zenaatkârların tamamına yakını, hatta tamamı gayrı müslimlerdir. Türkler çiftçilik ve hayvancılık gibi "helal" mesleklerle uğraşmalı, ticaret ve zenaatkârlık gibi işlerden uzak durmalıdır)


Neyse, konumuza devam edelim.